”Baba” bir bağımlılıktı, madde bağımlılığı kadar ağırdı, antidepresandan daha etkiliydi ve ”Baba” veremi gösterip, sıtmaya razı etmek gibiydi. O titretici, ağır, her akşam başlayıp, geceyi tutsak alan, gönüllü bir sıtma nöbetiydi. O feryattı, o ağıttı, o isyandı, o sevdaydı, o acıydı, o çileydi, o aşka tutsak düşülen gecelerin her şeyiydi.
O çok sevildi, belki de hiç kimse kendi kitlesi tarafından onun sevildiği gibi sevilmeyecek, sevilemeyecek. O Türkiye sosyolojik gerçekliğinin yarattığı bir efsaneydi. Yetenek, Tanrı vergisi vardı zaten. Üstüne binen yaşam mücadelesi, acıların vücut bulmuş haline getiriyordu onu. İsyanın son noktasını sesiyle billurlaşır, görünür olurdu adeta. Öyle bir isyandı ki bu en büyüğe yapılmış, sitemle karışık bir isyandı. Tanrıya bunu neden yaptın(?), sorusunu isyankarca soruyor ve isyanı yaşatıyordu ruhlarda, bedenlerde. Ve bazen bu isyankar ses, ruhda biriken acı dalgalarının, jilet olup bedenlere yağmasına, neden oluyordu.
Ve der ki bu ses bize; ”Ulu Tanrım bu ne çile, ettin beni yare köle; eridim ben günden güne, göz yaşlarım döndü sele, bu ne acı bu ne keder(?), ettin beni sen derbeder, garip gönlüm hep ah eder, kimi sevsem o terk eder.”(1) Ve isyan zirvededir artık, isyan kartallardan da yükseklerde uçmaktadır.
”Bir bir kapandı ümit kapısı, içimde var benim gönül yarası, göz yaşlarımın yoktur faydası, yaşadığımız alem hayal dünyası, toprak gibi ezdin beni kül ettin, kullarına beni oyuncak ettin, sanki yetmez gibi eziyet ettin, en sonunda beni isyankar ettin.”(2) Tanrıya isyanın en son aşaması, bu dizlerde gözüküyor ve bu isyan o sesle bütünleşmiş bir isyandır. Sesiyle transa giren dinleyiciler, acıları zihinlerinde tekrar tekrar canlandırıyorlar. Fakat bu canlanma, dinleyiciler üzerinde, bir iç huzur da yaratıyor, çünkü zihinleri eski acılarının yanında, eski ümitlerini de canlandırıyor. Bu eski hayallere erişmek için ”Baba” anahtar işlevi görüyor. İşte ağır iş günün ardından, akşam saatlerinde, bazı dinleyicileri için mümkünse, ”torbacıyla dumanladırılmış bir kafa” ve yanında ”Baba”, odak noktalarını oluşturuyordu. Ve eski aşkın hayali, tekrar işgal ederken zihinleri, eski anılar bekar odalarını, amele evlerini kaplıyordu, Torbacı bulunamazsa bile, kanyak, rakı, bira, şarap vardı azıkta ve derdi usta; ”Seni yıllar boyunca yaşayacağım inan, aşkını ömür boyunca saklayacağım inan, aşkımın hatırası, istiyorum bitmesin ömrümün o gecesi, hayalimden gitmesin.”(3) Ve hayaller sarardı, isyanın esrarını, öyle bir sarmaydı ki bu, bırakmazdı gece boyunca, hüzün yoldaşı olurdu böylelerinin.
”Bana serseri diyorlar, her şey haktan bilmiyorlar, yaşantıma gülüyorlar, kaderi ben mi yarattım? Ben de usandım, kendi halimden, sebebi bilmem kimin elinden, korkum kalmadı artık ölümden, bu canı ben mi yarattım?”(4) Nedendi bu keder, bu ağıtlar nedendi? Bu acı deryasının kaynağı neydi? Türkiye merkez sağ iktidarlar boyunca, bir türlü kentlileştirme politikası uygulayamamıştı. İnsanlara sadece iş gücü olarak bakılmaktaydı. Bu durumu daha önce şu satırlarla aktarmıştık:
”1950’lerin ortalarına gelince kentlerde özel sektör yatırımlı atölye ve fabrikalar artmaya başlamıştı. Eskiden olduğu gibi İstanbul bu konuda yine cazibe merkeziydi. Kırsal kesimden umutlarını tahta bavullarına doldurmuş insan yığınları, kentlerin yolunu tutmuşlardı. Onları kentte bekleyen en önemli sorun ise lokasyondu. Onların iş gücünü isteyen işletmeler, yani muhterem çok büyük iş adamları, bu insanların nerede yaşayacakları konusunda tamamen ilgisizdi. Kent estetiğini gözeten işçi konutları yapmak ve de işçiler çalıştıkları sürece bu konutları onlara tahsis etmek aslında devletin göreviydi. İş adamlarının zaten belli başlı klişeleri vardı. Onlar istihdam yaratıyorlardı, vergi veriyorlardı. Servet düşmanlığının, komünistliğin alemi yoktu hür teşebbüs, demokrasi filan derken sorunun Türk usulü çözülmesi kabul edildi. Tabii bilmiyorum söylememe gerek var mı? Türk usulü çözümün temel özelliği maalesef sorunu başka bir sorunla çözmektir. Birkaç örnek verilirse; başlık parasının alternatifi olarak kız kaçırma, adalet sisteminin alternatifi olarak kan davası, diş ağrısına rakı ve bu soruna gelince, konutsuzluğun çözümü olarak da gecekondu. Kısacası siyaset kurumu şunu diyordu; beni uğraştırma, gel kenti yağmala, çevir bir yer orada yaşa, oyunu ver, elektriğin suyun gelsin ve demokrasimiz gelişsin. Kent olanaklarının dışına itilmiş, yerine göre yirmi kişinin birlikte kaldığı amele evlerinde ya da ailelerin yaşadığı gecekondularda Kahire Radyosundan devşirme Arabesk dışında hangi müzik türü hakim olabilirdi ki?”(5)
İşte bu acı deryası, böyle bir yapıyla kendisine vücut bulmuştur diyebiliriz ve bu deryanın şüphesiz en büyük kaptanı ”Baba” idi. ”Bir anda karşımda görünce seni, inan ki sarılıp öpmek istedim, gözlerim ne kadar özlemiş seni, sevinç göz yaşları dökmek istedim, suya hasret kalan toprak misali, seni kana kana içmek istedim, yorgun kollarımla sarılıp sana, şu yalan dünyadan göçmek istedim.”(6) Bu yaşanan umutsuzluk hali, o kadar büyüktü ki dumanlanmış kafada, hayallerle ortaya çıkan hatıralardan, dışarıda karşılaşacak bir iz dahi, hatıraların kendisinden, daha çok acı vericiydi. Bu acıyı yaşayanlar için ilaç oluyordu ”Baba”. Çünkü ”eski sevgili” bir gün görülse bile, öpmek istenilse bile, değil öpmek, selam vermek bile güç olacaktı. Hatıralar bile en çok ”Baba” ile anlam kazanıyordu. ”Baba” bir bağımlılıktı, madde bağımlılığı kadar ağırdı, antidepresandan daha etkiliydi ve ”Baba” veremi gösterip, sıtmaya razı etmek gibiydi. O titretici, ağır, her akşam başlayıp, geceyi tutsak alan, gönüllü bir sıtma nöbetiydi. O feryattı, o ağıttı, o isyandı, o sevdaydı, o acıydı, o çileydi, o aşka tutsak düşülen gecelerin her şeyiydi.
”Dudağımda hıçkırık, gözlerimde yaş, her boşalan kadehte bir umut arıyorum, beni bilmeyenler desinler ayyaş, bir kadeh daha ver ver yalvarıyorum. Ömrün nesi kaldı eridi yavaş yavaş, gönlüm kupkuru bir çöl susuzum, yanıyorum, varsın tiresin elim boş ver arkadaş, bir kadeh daha ver ver yalvarıyorum. Ellerim her zaman boş, hayallerim solmuş, kaderi ben boşuna zorladım anlıyorum, gülme dostum halime(!), içeyim yavaş yavaş, bir kadeh daha ver ver yalvarıyorum.”(7) Her geçen gün acı yüklenirdi omuzlara, ”bir kadeh” için bile yalvarmak sıradan bir şeydi, çünkü bir kadeh dahi, biraz daha uyuşturacaktı, anılarla dolu zihni.
Geçen yıllar, değişen kuşaklar, acıları da değiştiriyordu. 2000’li yıllarla birlikte, ”Baba” eskisi kadar çok ürün vermez olmuştu. Hala eski kitlesi, dursa da kitlesi de o da yorulmuştu artık. Bu dönemde ”Baba” kendisini küçümseyenlere adeta derslerini vermiş, farklı müzik üstatlarıyla çalışmalar yapmış ve sesinin gücünü kabul ettirmişti. Ve girdiği bir ameliyatın ardından yorgun ciğerleri iflas etti. Ağıtlar artık onun için kopmaktaydı.
İşte bitti kısacık hikayemiz, Adanada AKBAŞ, Müslüm İstanbulda GÜRSES, Müslüm. Hala sadece onun sesiyle, bazı ezgiler yürekleri acıtır. ”Şu dağlarda kar olsaydım olsaydım, bir asi rüzgar olsaydım olsaydım, arar bulur muydun(?) beni beni, sahipsiz mezar olsaydım olsaydım. Şu bozkırda han olsaydım olsaydım, yıkık perişan olsaydım olsaydım. Yine sever miydin(?) beni beni, simsiyah duman olsaydım olsaydım. Şu yarada kan olsaydım olsaydım, dökülüp ziyan olsaydım olsaydım, bu dünyada yerim yokmuş yokmuş, keşke bir yalan olsaydım olsaydım.” (8)
(1) https://www.youtube.com/watch?v=cEZkT5fRfog
(2) https://www.youtube.com/watch?v=sQNDH5JarKQ
(3) https://www.youtube.com/watch?v=tB1X_4Pztvk
(4) https://www.youtube.com/watch?v=bt0G1FbImt0
(5) http://fikirkazani.com/2017/04/10/kahire-radyosu/
(6) https://www.youtube.com/watch?v=SL7IPluF1Qw