Mudurnu’da Bir Öğle Vakti

Güneşin nefti suratını artık görebiliyorduk. Fazla yıpranmamak adına uzun bir süre ne konuştuk ne de bakıştık dış çevrenin sonsuz görkemiyle. Gözlerimiz saatte, kulağımız tetikte ne zaman mola verileceğini bekliyorduk cins kediler gibi. İki saat sonra beklenen mola verildiğine göre durmak olmazdı içeride. Uyumamanın verdiği mayhoşlukla çay içmemin doğru bir tercih olduğuna karar vermek en doğru ayaklanma biçimi olacaktı zaten. Hızlı olmak gibi bir derdimiz olduğunu göre daha ne kadar dil dökecektik kendimize. Öğlen on iki civarında Mudurnu’nun sınırlarına ancak ayak bastık. Zaman kendi dengini davuldan önce bulsa da ayakta durabilmeliydik bir hafiye meziyetiyle.

İl merkezine, Bolu’ya 52 km uzaklıkta bulunan Mudurnu, ‘’Eski Türk evleri (100-150 yıllık geçmişe sahip) bakımından önemli yere sahiptir. Yapılan araştırmalara göre 173 adet mimari değeri yüksek yapı vardır, bu yüzden “Kentsel Sit Alanı” ilan edilmiştir. Kulağa hoş gelmesi için değil bu söylemim, hakikat bu. Mudurnu’ya gelip bakırcılar çarşısına uğramamak sanırım olmazdı. Ama bakırcılık mesleğini ayakta tutmaya çalışan birkaç bakırcı ustası dışında neredeyse tamamı kapanmıştı dükkânların,-yok olmuştu yani modern tabirle. Bu ustaların çırak bulmakta artık sıkıntı çektiklerini ifade etmeleri, aslında işin ne kadar vahim olduğunun tezahürüydü. Çekici daha almadan eline‘’haftalık ne kadar vereceksin amca’’, diye sorular sorduklarını duyunca, bir kez daha tarihin acımasızlığına tanıklık etmiş olduk. Olan bir daha oluyordu. Eskiden düğünlere hediye olarak dürü diye tabir edilen bakır kaplar götürüldüğünü de gene o bakırcı ustalardan öğrendiğimizde, hayati bir şey daha öğrenmenin kıvılcımı suratımızda yayılıyordu. Ateş olsak dönen bizler olacaktık etrafında, cürmümüz bizden uzak şimdilik.

Fakat benim asıl ilgimi celbeden, Mudurnu’nun gözlerindeki çekirdeksiz samimiyetti. Nasıl bir vâka analizi bu demenin alengiri içindeyim. Mizacım gereği bazen mübalağa etmeyi bir nimet sayarım, lâkin bu defa buna hiç ihtiyaç olmadığına karar verdim. ‘’Bu kadar da misafirperver olunur mu yahu?’’ Bir başka husus da, Mudurnu kadınlarının çalışma azmiydi. Ne kadar sevdim sevdim, hepsi oradaydı. İşte burada mübalağa işime yarar. Ve kim demiş ‘’ülkeyi kadınlar yönetemez!’’, Lâf u güzaf.

‘’Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;’’
Nâzım Hikmet

Dudaklarımın kuruduğunu fark ettiğim bir anda, bariton bir ses çarptı kulak tellerimin şiltelerine. Kır saçlı bir amca, yanındaki tabureyi yöresel bir tavırla işaret ederek, ’’gel otur da bir çay iç evladım’’ demesin mi. O an hiçbir şey düşünmek istemedim. İvedilikle tabureyi çekip oturdum yanına. Karşılıklı gülüşmeler. Istanbul’u konuştuk. Kişi başına düşen mili gelir ve yerel isyanlar. Çay bardağından son yudumumu almadan önce, içtiğim çayın ücretini verip vermeme konusunda ikircikte kalsam da, böyle bir şeyin sadece amcaya değil tüm Mudurnu’ya kabalık olabileceğini düşünüp hızlı adımlarla uzaklaştım oradan. Vedalar sonraki ayrılığa bırakılmak içindir hep. İnce bir teşekkürü ardımda bırakarak gölgemi içime çektim ve kayboldum.

Mudurnu’nun taş fırınında pişen meşhur patatesli ekmeğinden bahsetmemek olmaz şimdi. Trabzon ekmeğinden hallice, o kadar. Tadını da yedikten sonra artık siz karar verirsiniz bir gün, ama siz nefesinizi tutup derinden bir of çekmeye şimdiden hazırlayın kendinizi. Bununla kalsa gene iyi, her yönüyle sizi doyuruyor Mudurnu. Bu bazen kültürel tarihiyle de olabiliyor, bazen içgüdüsel duruşuyla, dokunabilmeyi eksik etmeyelim yeter ki.

Tarihi olmayan bir şehrin hayat damarlarından biri eksik demektir.

Osmanlı Devleti’nde de büyük bir öneme sahipti Mudurnu zira, hatta günümüzden bile daha çok. I. Murat Döneminde, Osmanlı Devletinin ilk düzenli ordusunun temeli olan “Yaya örgütü”nü oluşturan Halil Hayrettin Paşa, diğer bir deyişle Çandarlı Kara Halil’in Mudurnulu olduğunu biliyor muydunuz? Tarihi kendi dönemi çerçevesinde değerlendirmek vazifemiz. Çandarlılar desek belki hatırlamanıza yardımcı olur. Bu ailenin ilk ferdi olan mezkur vezir 1364  ile 1387 tarihleri arasında 22 yılı aşkın süreyle vezirlik yapmıştır. Bu yönüyle en uzun görevde kalan yani vezirlik yapan devlet adamlarının başında gelir. Ayrıca devşirme sistemiyle asker kazanmanın temelini gene Çandarlı Kara Halil atmıştır. Bir insan yapması gerekenin dışında bir şey olsa da gerçek bu.

Çandarlı ailesi en az Köprülüler kadar önemli bir yer teşkil eder Osmanlı tarihinde. Günümüz de bile bu aileden çok tanıdık simalar mevcut, ama bunlara yer verecek ne zamanımız, ne de mürekkebimiz yeter. Biraz daha devam edelim sokakları solumaya. Sokak deyip de kedilerden bahsetmemek olmaz. Evet kediler diyordum. Ebette ki kedi. Ne kedisiz, ne sokaksız. Sokaksız kedi olur belki ama, kedisiz bir sokak hiç tahayyül bile edemiyorum. İşime gelen yönü bu zira. Hatta bir şehrin insanlarının ne denli misafirperver veya kedisever olduklarını anlamak için etrafta kedi var mı diye şöyle bir göz gezdirmeniz kâfi. Zira aksi durumda kediler hep saklanır korkudan. Sıcakkanlı insanlarla karşılaşacağınızın en büyük göstergesidir kediler. Biri, nankör mi dedi onlar için? Biz yolumuza bakalım, kulaklarımız tetikte nasılsa.

Kedilerin sadece şiirlere yakıştıklarını zannederdim eskiden, meğer fotoğraflarda da çok yakışıklı ve bir o kadar asaletli çıkıyorlarmış. Bir başka ilgimi çeken husus da yağmur. Bir şehre ne zaman yağmur yağsa ıslanır düşlerim, ya da şöyle itiraf edelim: keşke yağmuru çağıracak kadar güzel olmasaydım*. Nasıl ki toprak ıslanınca kokuyorsa, tarih de ıslanınca kokarmış. Bu yüzden yağmurun en yakıştığı yerlerden biri de Mudurnu’dur diyebilirim. Diyoruz. Analar böyle bilsin. Tellallar böyle seslensin kulaklarına tarihin.

‘’Gocunmayın güzel beyler, hanımlar’’.

Pek hoş güzel de, karnımız acıkınca ne yiyeceğiz, diye sorabilirsiniz. Ne diyordu Montaigne: yemek için yememeli, yaşamak için yemeli. Mudurnu mutfağının yöresel yemeklerini sunan lokantaların kapıları hizmete her daim açıktır. Kaş kebabı ve kabaklı gözleme en meşhur yemekleridir. Tatlı olarak da ağzınızı tatlandırabileceğiniz depme helvası en tavsiye edilenler arasında yerini özveriyle muhafaza etmektedir. Tabii ki de saydığımız bu yemeklerin ekserisini yeme şansımız olmadı, ama yine de mutfak bizi mahcup etmeyecektir, kefiliz buna. Bakırcılar çarşısının çevresinde bulunan küçük esnaf lokantalarını da unutmamak gerektiğini hatırlatır, onları tercih ettiğiniz için şimdiden teşekkürü borç biliyoruz.

Yemek faslını da hallettikten sonra tarihe dönelim yüzümüzü. Şüphesiz görülmesi gereken bir başka yapıt, Saat kulesi’dir. 1890-1891 yılları arasında ahşaptan inşa edilmiştir. Fakat inşasından yaklaşık on yıl sonra çıkan bir yangın sonucu kule yanmıştır. 1905 yılında da Mudurnu hapishanesinin mahkûmları tarafından tekrar inşa edilmiştir. Tutsakların zamanla olan imtihanına güzel bir örnektir kanımca. 1995’te de aslına uygun olarak dış cephesi ahşapla restore edilmiştir. Bir başka dikkat çekici yanı bu saatin, genelde saat kuleleri şehrin göbeğinde yer alır,ancak bu saat kulesi merkeze çok uzak olmamakla birlikte bir tepenin üzerinde zamana meydan okur. 12 metre yüksekliğine sahiptir. Kulenin üzerinde yer alan çan, her saat başı çalarak zamanın nasıl da akıp gittiğini hatırladır ben-i âdeme. Tepeden şöyle bir baktığınızda ise mahcup bir minarenin size nasıl da selam verdiğini görürsünüz. Yazılı kaynaklarda Yıldırım Bayezit Camii(1382) olarak geçer. Mudurnu merkezde yer alan camii; medrese ve hamamdan oluşmaktadır. Geniş kubbesi ve planıyla ilk devir Osmanlı mimarisinin de en önemli eserleri arasında yer alır. Zaman hızla ilerliyordu. En güzel kareyi yakalayıp deklanşöre basmak için tetikte bekliyorduk..

Mudurnu’yu terk edip Abant’a gitme vakti gelmişti… ve ne demişti şair:

Kar yağarken kirlenen bir şeydi benim yüzüm’’

* İsmet Özel: Karlı Bir Gece Vakti Bir dostu Uyandırmak
fotoğraflar: Harun Aktaş

Son Yazılar

Harun Aktaş Yazar:

''Toparlanın gitmiyoruz''