Osho belgeseli ve bağlanmak

Osho, bir çoğumuzun kitapçılarda kitapların üzerinde büyük harflerle gördüğü bir yazı, kimimiz için kişisel gelişim alanında bir guru, kimimiz için bir dünya görüşünün, bir inanç sisteminin kurucusu, kimimiz için bir din peygamberi, kimimiz içinse ilk kez duyduğumuz kulağa hoş gelen bir kelime. Ben daha ziyade Osho’yu bir kişisel gelişimci veya Hintli bir filozof olarak tanıyordum, ta ki Netflix’in “Wild Wild Country” belgeselini izleyene kadar. Osho hakkında bildiklerimin buz dağının görünen kısmı olduğunu farkettim hayretle.

Osho aslında Hindistan’da felsefesiyle popüler olan ve Batılı insanları kendisine çeken, mürit sayısı iyice artınca ve Hindistan Hükümeti ile sorun yaşayınca ABD’ye yerleşen bir dini liderdi. ABD’ye sadece rahatça vaaz etmek için gelmemiş, kendi inanç sisteminin merkezi olacak bir şehir kurmuş ve ABD Hükümeti’ne kafa tutacak kadar güçlenmişti. Hatta sekreteri olan ve oldukça ilginç bir karakter olan Sheela ile illegal bir zemine bile kaymıştı, ABD Hükümeti ile mücadele ederken. Gerçi kendisi artık sustuğu ve “Sannyasin” olarak nitelendirdiği müritlerine vaaz etmeyi bıraktığı senelerde Sheela’nın kendisinden habersiz olarak bu işlere giriştiğini söylese de bu bana pek mantıklı gelmedi. İlgisizlik ve ihanet bahanesiyle oluşumdan ayrılan Sheela ile düşman olmuş, yapılanların tüm illegal işlerden onu sorumlu tutmuş ve bu mücadele onun Hindistan’a sürülmesini sağlamıştı.

Belgesel özetlenirse anlatılanlar genel olarak bunlar. Ben yapılanma içindeki entrika ve mücadelelerden ziyade Osho’ya bağlı olan insanların psikolojilerine takıldım. Beni en çok hayrete düşüren bu genç ve genel olarak eğitimli ve “Batılı” insanların “mutluluğu aramak” için dünyanın bir ucuna, Hindistan’a gelmeleriydi. Öyle bir bağlanma ve öğüt alma açlığı içerisindeydiler ki, sahip olduklarını, iradelerini, fikirlerini hatta tüm benliklerini O’na adamaya hazırlardı.

Osho’nun yaptığı tüm ahlaki, toplumsal ve dinsel tabuları kaldırarak insanları “içlerinden geldikleri gibi davranmaya” teşvik etmekten başka bir şey değildi aslında. Etkileyici üslubu, alışılmadık ifadeleri, sade, anlaşılır ve kendi içinde tutarlı cümleleri, karizmatik tavırları insanları kendinden geçiriyordu. Öyle meditasyon anları vardı ki belgeselde, insan dehşet içerisinde kalıyordu. Adeta karikatürize bir şeyler vardı bu sahnelerde. “İnsanlar gerçek hayatta bunları yapıyor mu sahiden?” diye sormadan edemiyordunuz kendinize. Sanki bu sahneler hep filmlerde veya romanlarda olurdu yani kurgusal şeylerdi sanki. Gerçi Osho’nun kurduğu din başlı başına bir masal, fantastik bir öykü gibiydi. Kendisi de bunu “başarısız olmuş bir deney” sözleriyle itiraf ediyordu belgeselde.

İnsanların birilerine bağlanma, birilerinden mutluluk umma, iradelerini ve sorumluluklarını birilerine emanet etme, körü körüne birilerinin peşinden gitme güdüsü acaba insan olmanın doğasında mı var yoksa bu bir nevi kestirme yol, kolaylık mı onlar için? Tarih bunun örnekleriyle dolu; Rasputin, Jim Jones, Hasan Sabbah, Hitler vs. Günümüzdekileri hiç saymıyorum bile. Mutsuz ve çaresiz insanların bağlanma, ait olma, sığınma ve mutluluğu arama güdülerini bir zaaf olarak görüp kullanan birileri tarihin her döneminde olmaya devam edecek sanırım. İnsanlar en değerlilerini altın tepsiyle ve ısrar ederek sunmaya hevesli oldukça onlara talip birileri illaki çıkacaktır.

İnsan iradesiyle, tercihleriyle, fikirleriyle, kararlarıyla var. Aksi taktirde kurmalı bir oyuncaktan farkı kalır mı? İnanmakla bağlanmak arasındaki farkı iyi ayırt etmek lazım. İyi olanla kutsal olanı… Aslında en temelde yatan şey, hiçbir şeye olduğundan daha fazla değer vermemekte yatıyor. Can Yücel’in şiirinde dediği gibi, “Bağlanmayacaksın öyle birşeye körü körüne.” Bağlandığında artık sen sen olmaktan çıkıp içi oyulmuş ve başka şeylerle doldurulmuş bir kabuk oluyorsun. Yani ruhunu satıyorsun.

 

Fotoğraf: http://theunn.com/2018/03/netflix-documentary

Son Yazılar

Yazmak, çizmek peşinde, yanmayı pişmeye tercih eden biri...