Kar istedik yağdı, yağmur dedik o da yağdı. Güneşi vuranlar ise türküsünü yakmıştı. Bulutlar da bize kaldı. Bunları geride bırakıp İBB Şehir Tiyatroları’nın yeni oyunu “İkinci Perdenin Başı”nı seyretmek için Müze Gazhane’deki Sevda Şener Sahnesi’ne doğru yola koyulduk. Yağmur çamur demeden mağrur bir aşkla yaptık bunu. Sanat sevicilik bunu gerektirir. Bizi ilgilendiren kısım budur şimdilik. Alp Tuğhan Taş’ın yazıp yönettiği, oynadığı ve bir saat 10 dakika süren bu tek perdelik oyunda kendisine Ebru Üstüntaş eşlik ediyordu. Alp Tuğhan Taş, bu oyundaki performansıyla ‘Anadolu Gazetesi 10. Uluslararası Anadolu Tiyatro ödüllerinde Yılın Erkek oyuncu ödülü’nü almaya hak kazanmıştı. Yani biz gitmeden birkaç gün önce bu bilgiye sahip olmuştuk. İşin içine ödül girdiyse bu işte vardır bir keramet deyip merakımızı iyice diri tuttuk. Sanat işlerinde ödül bir metafordur çoğu zaman, gizli özne gibidir biraz da. Dikkat çeker. Dikkat ederiz. Öyle de oldu. Güncel bir konuya değinmiş olması, bir yerleri dahası birilerini işaret ederek haykırması bizi ayrıca heyecanlandırdı. Hatta sonunu merak ettiğimiz oyunlardan biri oldu; çünkü çoğu oyunun sonunu bir şekilde biliriz; daha çok yönetmenin yaklaşımını merak ettiğimizde gideriz seyretmeye. Daha başka kimi rahatsız edecekti oyun kişisi Muhsin. Söyleyeceği sözler başka kimin canını acıtacaktı? Hedefe ulaşacak mıydı? Muhsin, peki kimdi bu Muhsin?
Konservatuvardan mezun olan hedeflerine bir türlü ulaşamayan umutsuz, yeniyetme bir oyuncudur. Bir gün, ünlü tiyatro yönetmeni Afet’in açtığı oyuncu seçmelerine arkadaşının referansıyla katılır; ama o gün biraz geç kaldığından sahne kapısının önünde girip girmeme konusunda ikilimde kalır. Girmeye karar verir yine de. Buraya kadar beklenen şeyler oluyor, derken kendinden hiç de beklemediğimiz bir tepki verir Afet’e. Çevremizde sık sık duyduğumuz ama herkesin ölüye yattığı bir konuyu kanatır, hele ki ödenekli bir tiyatroda buna dokunabilmesi takdire şayan. Gözümüzün önüne getirelim sahneyi, Muhsin geç kalsa da kendisine şans tanınır ve replikler dökülür ağzından. Muhsin, isteği performansı sergileyemediğinden Afet’in kendisine tanıdığı fırsatı elinin tersiyle itmiş olur. Sanki kaybetmek için gelmiştir Muhsin. Referansına güvenerek geldiğinden mi bilinmez ama çiğlik üzerinde parlıyor gibidir. Ama son kertede sert bir şekilde azarlanır Muhsin ve sahneden kovulur. Muhsin, kendisine tekrar şans tanıması adına ısrar etse de kabul etmez Afet. Bu durumu kendisine yediremediğinden mi bilinmez; ancak geçmişte yaşadıklarını da arkasına alarak diline gelen en nobran kelimeleri fırlatır Afet’in suratına. Tavır yanlıştı; ama sözler hakikati gösteriyordu. Bunlar yetmemiş olacak ki Afet’e silah bile doğrultur. Dananın kuyruğunun koptuğu yerdir burası. Hak verilmez hak alınır düşüncesiyle haklılığını ispat etmeye çalışır. Başarılı da olur. Tabiri caizse sonunda rolü kapar. Dediğimiz gibi her şeyi tasarlarcasına ucuz bir varoluş sancısıyla yapmıştır bunu. Silahın ne işi var çantada? Muhsin’in Afet’e söylediği sözlerin yanlış olduğunu inkâr edemeyiz, ancak Muhsin’in başarılı bir oyuncu olduğunu söylemek ise kadar doğru olur tartışılır. Hatta neden oyuncu olarak başarısız olduğunu yaptığı sakarlıklardan az çok tahmin edebiliyoruz. Elindeki silahı dalgınlıkla patlatması ve bunun kalçasına isabet ettiğini sanması ve bu yansımadan doğan gösterinin izahını nasıl açıklayacağız bilemiyoruz. Trajikomik bile değil basbayağı bayağılıktır. Çok güçlü bir metin olabilecekken sığ sularda dolanıp sırf söz söylemek adına seyirciyi oyalaması, öyle ki; süreyi doldurmak için yapılan ayaküstü hesaplaşmalardan öteye gitmediğini maalesef belirtmek zorundayız. Muhsin’le empati yaparken Afet’in neden sert mizaçlı bir kimliğe büründüğü gerçeğiyle karşılaşınca odak noktası çabucak değişti. Yani bu kadar dağınık bir metinde son derece tecrübeli iki dramaturgun bunu toparlamaması bizi daha çok hayrete düşürdü. Ya da metnin sınırları buna olanak tanımıyordu. Eli kolu bağlı kalmak, dedikleri şey bu olsa gerek. Belki dramaturji neden yapılır, dramaturji nedir ya da dramaturgun görevi nedir yeni baştan sorgulanması, hatırlatılması gerekir bizlere. İyi de bize mi düşer bunu sorgulamak değil mi? Sınırlarımızı çizelim, sağım solum sobe. Aslında Muhsin’in Afet’e saydırdığı kelimeleri ödünç alıp dramaturgların ceplerine bırakmamız bizi kötü seyirci yapmamalı.
Muhsin’in gerçeklikle örtüşemeyen tepkileri, metnin fazla yüksekten bağırması, sonunda kimse kırılmasın denilip orta yolu bulmaları, bizi ikna etmese de evin yolunu tuttuk. Yağmuru çağıran biz değildik ama bileti alan bizdik. Anlamadığımız bir şey vardır belki, haksızlık yapmamalıydık. Sanat biraz da böyle değil mi, bir şey söyler kenara çekilir, derdi de bize düşer. Başka dert yokmuş gibi. Bizimki de iş işte. Sağım solum, arkam, önüm sobe, saklanmayan ebe.