”Şimdi Reklamlar”dan Sonra

‘’Hayat, alakasız insanların hayatlarını kesiştiren açıklanamayan tesadüflerle dolu’’ (s.24.)

Bir sabah ansızın telefon çalar. Bezgin ve çelimsiz düşlerinden uyanır İsmet. Söylenecek onca kelimeler, duyulacak birtakım sesler, hiç edilmiş boşluklar, tuhaflıklar art arda sıralanmış vaziyette salonun duvarlarında kap kara lekeler bırakırlar. Akın Çokuğurluel’in yeni romanından geride kalanların bıraktığı izler de, diyebiliriz bu karmaşıklığa:

“Şimdi Reklamlar”.

Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı zamanın içinden geçerek okuruna yöneltiyor çığırtkan kelimelerini. Can sıkmaktan daha öteye de gidebilirim, ama daha fazla detay vermeye cesaret edemiyorum şuan için. Öyle ki çok uzun zaman oldu romana tekrar geri dönmem. Yolumdaki kalabalığı ürkütmeden yol almak en doğrusu olur kanımca. Bundan önce çıkan diğer üç kitabını ( Ağlamışsan Gözlerini Gösterme Saklan Ayıp, Kırık Şeyler Ansiklopedisi, Çobanaldatan) bir çırpıda bitiren hevesli bir okuru olarak bu romanı yerle yeksan ettiğimi söylemem gerekir. Kabul ediyorum, fazla abartılmış sözler bunlar; ancak duygularımı daha iyi ifade edebilmem için sakin numaraları bulamadım belleğimde. Belki bu konuya bilahare kafa yoracağım, o yüzden şimdi romana dönmek istiyorum gene:

Şimdi Reklamlar.

Medya-iletişim kitaplarının isimlerini hatırlatsa yakından uzaktan hiçbir alakası yok onlarla. Teşbihte hata olmaz nasılsa, o yüzdendir bu imlamız. Peki tam olarak ne karşılıyor bizi burada ya da neyle boğuşuyoruz? Benim için meşum bir kahramanın pek de acayip olmayan ama sahici bir yol hikâyesi, ancak başkası için uzun ince bir yol da olabilir. Gelgelelim aynı derdin yolcusu olmak zorunda değiliz. Mevzu şu ki; İşten kovulan İsmet’in bir sabah ansızın gelen telefonla apartman kapıcısı Yusuf’un bir trafik kazası geçirdiğini öğrenmesiyle bir daha önce hiç girmediği/bilmediği bir yolculuğa adım atar. Kahramanın yolculuğu desek hiç de fena bir benzetme olmayacaktır. Ve hatta diyoruz, içimiz buruk bir şekilde.

‘’Gerçekten ölmüş müydü’’

Dışarıdan bakınca durum sanıldığından daha karmaşık oysa. Yukarıdaki soruyu inceden soruyoruz kendimize. Meraktan tabi. Bu soruyla İsmet’in kafası karışır karışmasına da bizim kafamız neden karışıyor? İsmet’i takip ettiğimiz için midir yoksa? Çokuğurluel’in niyeti belli ki bizi de İsmet’in peşinden sürükleyerek bu derde ortak etmektir. Böyle söyleyince de kulağa hoş geliyor. Bu yolculuktan zevk almış olacağız ki kelimeleri yararak alan açıyoruz zihnimizde. Düşünmek istiyoruz belli ki. Aklımıza takılacak sorulara cevap bulmaya çalışıyoruz. Oradayız ve görüyoruz. Bizi nereye götürecek? Yazar, hiç tüyo vermeden bizi oradan oraya savurmaya devam ediyor. Merak ne memen bir şeymiş meğer. Keşke sorsaymış. Ölmüş müydü? İyi de ‘telefonunu nasıl bulmuşlardı’?

Zaman geçiyor. Mekânlar. Saatler. İnsanlar değişiyor. Değişmeyen bir şey var sadece. O şeyi de söylersek kelimeler kendi kaderine terk edilmiş gibi olacaktır. Tam da bu noktada yarım bırakıyoruz bu cümleyi. Ortada bir hakikat var, onu öğrenmeliyiz öncelikle?

‘’Ölümün kendisi anlamlı olmasa da, gerçekleşmesi, yaşadığına değecek kadar anlamlı olmalı.’’ (s.9.)

Tüm bunları bir kenara bırakırsak, bu roman neden okunmalı? Gerçekten ölmek için iyi bir gün müydü o gün? Sıradan bir insanın başından geçen sıradan bir hikâye mi? Janjanlı kelimeler sarf etmek yerine hayatın olağan akışında denk gelebileceğimiz bir mevzuyu dilsel anlamdaki dokunuşuyla hikâyeyi merak etmemizi sağlıyor. Hayatın ta içinden, diyerek antik meşaleyi yakabiliriz bu yüzden. Bir sabah evinde uyanan İsmet değil de bizmişiz hissine kapılıyoruz. Çünkü İsmet, bilmek istiyor. Çünkü ismet, takip etmek istiyor. İsmet, çok şey yapmak istiyor. Ve işte bizi ilgilendiren tam da budur. Buraya kadar arzu tramvayının içinde kendimize sığınacak bir yer arıyoruz. Biraz da romanın ilerleyiş biçimine odaklanalım.

Aristoteles’e göre insanın en temel arzusu bilmektir. Bu arzu, duyu organlarımızdan aldığımız hazzın da nedenidir. Şüphesiz ki biz de bu hazzın peşindeyiz. Yine Aristoteles’e göre bilme arzusu üç temel bilimde kendini gösterir. Daha doğrusu insanın asıl hedefi olan bilmenin üç temel etkinliği vardır: teorik, pratik, pioetik. Yani; düşünmek, eylemek ve yapmak. Bu üç kavramın peşinde kendi yazgımızla boğuşuruz. Bunlar kurmaca bir eserde öykünün nasıl kurulması gerektiğini de hatırlatır bizlere. Sekiz adresten bize geriye ne kalır ona bakmalıyız belki de.
Peki ne kadar merak ediyoruz öyküyü?

Olayların birbirine bağlanışında belli başlı unsurlara dikkat etmek gerekmez mi? Dramatik edebiyatta en belirgin merak unsurlarından iki tanesi şudur: kıymetli hocam Oğuz Arıcı’dan ödünç alarak; ”karakterin en büyük korkusunun uyandırılması ve zaman baskısı”… bu iki unsur bizi hem karakterin içindeki buhranını hem de olay örgüsünün nasıl işleneceğini verir bize. İsmet’in içinde bulunduğu durumu düşündüğümüzde ne söylemeye çalıştığımız daha net anlaşılacaktır.

‘’Kafamdaki şeyi anlamıyordum, şımarık bir çocuk gibi davranmıştım ve bu şımarıklığımın sonuçlarını masum bir adam ödüyordu.’’ S.32.

Ancak şunu da açıkça söylemek gerekir. Olay örgüsünü oluşturan olayların karmaşık olmayışı yolculuğu bir nebze yavan kılıyor; çünkü kurmaca edebiyatın olmazsa olmazı karmaşıklık’tır. Ne demek istiyoruz burada? İsmet bir sabah telefon alıyor ve bu telefonla apartman kapıcısının bir kaza geçirdiğini öğrenir. Bu olayın yaşanmasında karakterin yani İsmet’tin bir etkisi var mı? Her ne kadar tali hikâyeler esas meseleye hizmet etse de şiddetli bir etki yaratması için fazla yumuşak kalıyor. Bu tutum çekilmez bir hale getirmiyor eseri; ama kan kaybına uğrattığını aşikâr; fakat bu kan kaybını önleyecek en önemli unsur da karakterin çatışmasıdır. Özellikle kendine dönük olanına odağımızı çeviriyoruz:

‘’Ne yaparsam yapayım tanımadığım onca insanın acısını üzerime çekiyor, içimdeki boşluk kendini öyle ya da böyle dolduruyordu. Üzülmek. Birisi için böylesi derin üzülmek’’ s.11.

Bir başka çatışması da dışarıdan gelen dış etkenlerle; yani başkasıyla çatışmasıdır. Bunlar karakteri sıkıcılıktan kurtardığı gibi ona derinlik de katar. İsmet, doğruluk bakımından dengeli ve özenli ki bu ismin sadece sözlük anlamı bile bunu ifşa ediyor. Ama bunun cevabını da buluyoruz romanda:
‘’İsimler bize ait değil. Ne bir yük ne de lütuf. Bizi bir yere taşımaz, ya da tepetaklak etmez. Zaten seçmediğimiz bir şeye böylesine adanmak da tuhaf bir aidiyet.’’ S.27.

Böyle konuşunca elimizin altından kayıyor kelimeler. Kendimizi romana bırakınca başka şeyler geliyor dilimizin ucuna. İsmet’in elinde bir sürü seçenek varken neden zor olanı seçti ve aramaya çıktı? Sadece kendini rahatlatmak için değil bu açık. Ya da olabilir mi? Sadece gerçeği öğrenmek için de değil. İsmet, merak etti. İşlerin buraya kadar gelmesinin sebebi merak ne de olsa. Olmasaydı şayet ne biz bunları söylerdik, ne de İsmet onca adresi tek tek dolaşırdı. İnsan, bunu yapar mı gerçekten? Tam da insan olduğu için bunu yapar. Düşününce ne kadar safça bir düşünce olduğu hemen anlaşılacaktır. Kendimizi yerine koyuyor ve takip ediyoruz adımlarının izini.
Yazarın üzerini karaladığı sözü ya da sloganı merak ediyoruz. Her ne kadar arka kapakta kimsenin bilmediği bir dilin, anlamadığı bir cümle olarak belirtildiyse de bizim için sadece bu değildir. Hayata dair cevaplardan çok sorulara odaklıyız nihayetinde. Çabuk sonuç almak için çabuk okumalıydık. Zihnimizi toparlamalıydık yahut. Bu romanda keyif adına bir sürü şey var nasılsa, bize düşen sayfaları çevirmek. Sonrası ya sonuçlar ya da reklamlardır.

Not: Akın Çokuğurluel’den “Şimdi Reklamlar”, tüm kitapçılarda.

Son Yazılar

Harun Aktaş Yazar:

''Toparlanın gitmiyoruz''