Cundalı Vejetaryen Kasabın Armonikası*

Karanlıktı. Kapkaranlık. Musluktan kırmızı fışkırıyordu. Ayna buğulanmış ve dişi sineklerin suratları gerilmişti. Peş peşe kokan rutubetli duvarları def etmişti burnum. Kulaklarım erketedeydi. Sağım solum sıkışık. Üzerimdeki renklileri çıkardım. Kimse görmüyordu katlanmış olan bu sürükleyişi. Her şey tükenmiş gibiydi. Başımda rötarsız uçan sineğin kanatlarını sıkarak yırttım. Bir sineğin pisliğinden daha kaba bir lekeyi andırıyordu burnum. Kıvırcık saçlarım beni kibirli gösteriyordu aynadan bakarken. Romantik bir açıklaması vardı belki ama umrumda değildi. Böylesine önemsiz bir ölüyü dert edecek de değildim. Kopkoyu bir havluyla suratımı törpüledim sadece. Burnumdan dışarıya fırlayan kılları çektim sonra. Gıdıklanır gibi oldum. Güldüm. Benden başka kimse gülmesin diye yarıda kestim. Aynadan görünen buruk sancı buydu. Tırnaklarım uzamıştı bir hayli. Kesmeliydim. Çekmeceden çıkardım makası ve sineğin kanatlarını gövdesinden ayırdım. Az önceki halinden eser kalmamıştı. Kusturucu bir işvesi vardı sineğin. İniltisini saklayan leş kargaları gibi. Bir ceset ve akan kan kalabalık göstermeye yetmişti evin içini.
Kendime dönüp baktım. Suratımda kocaman bir yanık. Buna alışmıştım ama uzun zamandır kaşlarımı aldırmadığımı fark ettim. Sonraya bırakmalıydım, salı gününe mesela. Şimdilik bırakmalıydım. Dolaptan kırışmış gömleklerimden birini rastgele alıp rastgele giydim. İşe gitmem gerekiyordu; acayip bir üşengeçlik ayaklarımı rahat bırakmıyordu. Kalkmalıydım. Başka vakitler olsaydı, paslanmış bedenimi rahata bırakmaktan çekinmezdim. O gün bugün değildi. O yüzden şimdi kalkmalıydım. Masanın üstündeki mızıkayı ceketimin iç cebine sıradan bir hareketle koydum. Kapının girişindeki kırmızı desenlerle yoğrulmuş kunduramı giydim. Rutin alışkanlıklardı bunların hepsi. Jilet gibi duruşum vardı ama ayaklarım ürkek basıyordu yere. Hem ne fark ederdi? Gelip bana çatacak olan gene bendim sonuçta. Dışarıda yankılanan sesi kıstırarak gizemli bir dokunuşla kapıyı açtım ve dışarıya attım kendimi. Bırakabileceğim her şeyi geride bırakacak kadar kararlıydım artık.

Ayaklarım alışmıştı dışarıya. Uçuşup giden kuşlar. Çakılları karıştıran ahmak çocukları geride bırakarak ilerliyordum. Açıklanacak onca lakırdıyı örtecek puslu bir sessizlik şehri sarmıştı. Sıkıca tuttuğum mızıkam cebimde avanak çocuklar gibi dalaşıyordu cebimle. Attığım her adım tren istasyonuyla aramızdaki mesafeyi azaltıyordu. Tanıdık bir yüze çarpmadan ilerliyordum. Şakaklarımı göğe doğru kaldırarak ısmarlama bir yolu arşınlıyordum adeta. Henüz iki dakika vardı trenin gelmesine. Yolcuların arasına karışarak arıyordum içimden kopan parçaları. Hiçbirinin bunları dert edecek lüksü yoktu. Gözleri saatte, öylece bekliyorlardı. Bekçinin alacaklı bakışları beni tedirgin etse de iz bırakmadım. Kendimi toparlamak zorunda hissettim sanırım. Bir bakıma tren gecikmişti. Kulağımıza değen sesin yalancısıydım. ‘’Yolcularımızın dikkatine! Yolcularımızın dikkatine! Yolcularımızın dikkatine! Yolcularımızın dikkatine!. ’’ diye damarları sıkışmış bir kaset gibi sürekli tekrarladı. Trenin akıbetinin belli olmadığı bilgisi veriliyordu. Oysa her gün bu saatte, burada olurdu buruşuk bedenim ve merdivenlerden usulca çıkar giderdim. Bunu fırsat bilerek mızıkamı çıkardım, çalmaya başladım. Trenin gelmemesine içten içe seviniyordum. İstasyonda sinirleri taşan insanların arasında gezinerek çalıyordum. Önce kızıl saçlı bir kadın, sonra kırmızı rujlu bir kadın, sonra, sonra kırmızıya düşkün başka maşka kadınlar etrafımda toplandı. Bir anons daha yapıldı o anda. Trenin bir örümceğe tosladığı bilgisi veriliyordu. Ağzı çürümeye yüz tutmuş ölü bir balık gibi kokuyordu istasyon. Kadın, söylenenleri umursamaz bir edayla önüne bakmakla yetiniyordu. Öldüyse öldü bundan bana ne, diyen kof bir hışımla kalktı yerinden ve uzaklaştı. Kulaktan kulağa dağılıyordu bu bilgi. Bu esnada başka bir kadın, mızıkadan çıkan sese bırakmıştı ayaklarını. Merdivenlerden. İstasyondaki birkaç kadın peşimdeydi. En mutlu hallerinden eser kalmamıştı. Başkaları tarafından mutlu görünecek kadar mutluydular, o kadar. Nefes almadan hunharca çalmaya devam ediyordum. Kesik kesik ama devamlı. Kulakları çatlatırcasına adeta. Kadınlar peşimdeydi hâlâ. Eve varmak üzereydik. Apartmanın merdivenlerinden yukarıya doğru çıkıyorduk. Kapıyı açmam gerekiyordu ama ellerim buna elverişli değildi. Ürperti denilecek kıvamında bir korku sarmıştı içimi. Kurtarmalıydım kendimi. Cinsel rötuşlarla koynuma almalıydım ağrılarımı. Dayanılacak gibi değildi bu ağrı. Ama birinin kapıyı açması lazımdı.

Kapı açıktı ve ben gene biliyordum.

Ayak numaram kapıda belirince anlamıştım. Ağır hasarlı bir aralık belirdi kapıdan. Aç kurtlar gibi içeri daldık. Mızıkanın sesi kesildi birden. Gözlerini ovuşturdular önce, sonra neden buraya geldiklerini sordular. Çoktan seçmeli sorular gibi kaypak sorulardı bunlar. Kadınlar. Mecburiyetten sorulmuş salakça sorulardı. Hiç birine cevap vermedim. Sadece odanın kapısını açtım ve diğerlerinin yanına aldım onları. Odanın duvarları kırmızıydı. Kadınların saçları da. Ve anadan doğma bedenler. Ne kolay öpüşüyorlardı. İşte bütün uykularımda gördüğüm öpüşler burada asılı bekliyordu. Çok acemi bir sinsar gibi dikizliyordum olanları. Ondan. Birbirlerine kusmuğa bakarcasına bakıyorlardı. Kapıyı kilitledim tekrar. Mızıkayı cebime koydum. Salona geçtim. Koltuğa serildim ve yarın kalkacak olan trenin saatini bekledim.
Dış kapı çalındı sonra. Kapıyı açmadım. Sigaramı yakıyordum. Kibritle.
Tak tak.
Kim o?

Son Yazılar

Harun Aktaş Yazar:

''Toparlanın gitmiyoruz''