Saat 06.30. Kulağımı tırmalayan bir ses, alarm. Ve ben her zamanki gibi bir gözüm açık diğer gözüm kapalı mecburen yataktan kalkıyorum. İş, aş, ekmek uğruna… Ve kimselere muhtaç olmamak ve itibar ve kariyer ve el diline sakız olmamak uğruna… Adam olmak uğruna!
Çayın demlenmesini bekleyecek kadar vaktim yok. Yalnızlık böyle bir şey. Senin için kimseler bir şey hazırlamaz ve hâliyle hep bir şeyler eksik kalır. Varsa yersin, yoksa yok! Hazırlamış olduğun şeyin tadı, tuzu, sıcaklığı ya da soğukluğu senin tekelinde. Hâl böyle olunca da şikâyet edeceğin bir merci de yok.
Sabah haber bültenlerini dinlememe alışkanlığım çocukluğumdan. Mütemadiyen hep kötü haberlerle büyüdüğümden. Doksanlı yıllarda çocuk olanların psikolojileri bozuksa bunun asıl sorumlusu haberlerdir. Düzenbaz siyasetçiler, hortlayan terör belası, kapitalist düzen ve bunları biz halk’a sabah, öğlen, akşam aç ve tok karına sunan haberler. Ah! Bir de objektif olabilselerdi. Ve bu durum halen geçerli ne yazık ki!
Kıçıma buz mavisi blucin’imi geçirdikten sonra iki gün önce yıkadığım tişörtümü çamaşırlıktan alıp üzerime giyiyorum. Allahtan tişört ütü istemiyor. Ütü yapmaktan hiç hazzetmem de. Saate bakıyorum 07.10. İşçi isen ve kaçırma ihtimalinin bulunduğu bir servisin varsa saatin önemi bir kat daha artar. Evden çıkmadan önce dişlerimi fırçalıyorum ve kapıyı iki kez kilitledikten sonra asansörü beşinci kata çağırıyorum. Teknolojinin gözünü seveyim.
Sokağa inince oturduğum daireye bakıyorum. Uğurlayanım yok. ‘Annem diyorum, yaşasaydı mutlaka hayırlı işler diler, arkamdan el sallardı.’ Gözlerim bulutlanıyor. Böyle anlarda ağlamak yasak! Sonra el âlem ne der?
Salonun camını açık unuttuğumu görüyorum. Geriye dönemem. Hayat hep seçimler sunar bize. Bu da öyle bir durum. Sınanıyorum. Hava kapalı. Ya eve dönüp yağma ihtimali yüksek yağmurdan salonun bir kısmını korumalı ya da servisi kaçırmalı. Mantığım ağır basıyor. Ya da servisi kaçırmayı göze alamıyorum. Yağmur yasarsa da yağacak, kısmet.
Durağa geliyorum. Yaşar her zamanki gibi milleti gülmekten kırıp geçiriyor. Elimizde ne zaman delirdiğine dair herhangi bir done yok. Yalnız yüzde yetmiş beş özrü olduğunu bildiren kapı gibi bir raporu var. Hoş, raporu olmayıp da cihana hükmedenler de var ya, o da ayrı bir konu.
”Yaşar,” diyor Hamdullah abi:
”Yaşar sen de bizimle işe gelsene. Herkesten durmadan sigara da istemezsin böylelikle. Günde 150 TL yevmiye. Akşam saat altıda da evde olursun.”
”Ben çalışacak kadar delirmedim. 150 TL için sekiz saat koşturmaya, kafa patlatmaya değer mi? Hem ben gece bir rüya gördüm. Rüyamda He – Man olmuştum. Herkesi kurtardım, yardım isteyenlerin imdadına yetiştim. Yalnız elime kılıcı kim verdi onu hatırlayamıyorum. Bir de Titrek yoktu. Bizim muhtarın köpeği vardı yanımda: Çakır.”
Yaşar durmadan başına ve şakaklarına masaj yapıyor. Dayanamayıp soruyorum:
”Hayırdır, başın mı ağrıyor?”
”Dün yoldan geçen çocuğun birisi bir paket sarma sigara verdi. Gece ondan içtim başım ağrıdı. Az önce siz gelmeden de bir tane içtim yine başım çatlayacak gibi ağrıyor. Sigarayı bırakacağım bu gidişle.”
İki sabah da Yaşar’ın ”Servis az önce gitti, servisi kaçırdın. Geç kaldın,” demesiyle ticari taksi çağırıp da işe giden ve işe gittiğinde de aslında servisin henüz durağa gelmediğini öğrenen Rıdvan merhametine yenik düşüp Yaşar’dan tek dal sigara istiyor. Sigaradan iki fırt asılınca ”Ot bu, basbaya ot sarmış eleman,” diyor. Yaşar’ın gece gördüğü rüyaların sırrını çözmüş olmanın sevinciyle biniyoruz servise. Servisin kapısı kapanırken Yaşar harika bir gerçeği hatırlatıyor bize:
”Yarın cumartesi. Tatil, gelmezsiniz siz. Pazartesi görüşürüz. Erken gelin.”
Elde olanı tekrar bulmanın verdiği paha biçilemez mutlulukla cam kenarına oturuyorum. Serviste yer önemli.
Fabrikadayım. Disiplinin had safhada olduğu soğuk, itici ama bir o kadar da çağdaş bir işletmede… Benim nazarımda duygudan duyguya geçişin icat olduğu yer. Saat 07.54. Kart basmak için altı dakika vaktim var. Yol uzun, koşmaksa zahmetli. Koşuyorum. Sürekli ikinci sıradaki tercihleri tercih etmekten nefret ederek…
Neyse ki zamanında yetişiyorum. Bir haltı becermiş olmanın verdiği eşsiz mutluluk. Kimsenin umurunda bile olmayan ama beni mutlu eden aptalca bir meşgale. Dünyada kart basmak kadar gereksiz bir şey daha varsa, o da kart basmaktır!
Çalıştığım kısımdayım. İnsanları bölük pörçük böldükleri yer şu fabrika denilen mekânlar. Kafamın hiç uymadığı insanlarla da bir arada olabilirdim ve yalnızca aynı hizmet uğruna mücadele ettiğimiz için ortak hareket etmek zorunda da kalabilirdim. Neyse ki durum o kadar da kötü değil. İş ortamı önemli.
Funda güleç yüzüyle ”Günaydın,” diyor. Güzel kadınlara kayıtsız kalmak imkânsız. Sırasıyla herkese kafa selamı veriyorum. Emel en arka sandalyeye oturmuş, yine mutsuz. Bir kadının pazartesi günü muhteşem görünmesine tanıklık edip cuma günü bir ucubeye dönüştüğünü görmek herkese nasip olmaz. Pazar günü saçına çektirdiği fön, pazartesi sabahı yaptığı makyaj, sürdüğü rimel, yanaklarına tadında mahcubiyet verdirten allık ve koklandığında tamamen afrodizyak etkisi uyandıran muhteşem ve kadınsı parfüm kokusu… Cuma ise tam zıttı. Kadınlar esrarengiz varlıklar. Kadınlar, tersine işleyen mekanizmalar ordusu…
İşime odaklanınca zaman nasıl da hızlı geçiyor. Öğle yemeği vaktinin geldiğini Suat’tan öğreniyorum. Öğle yemeği demek tabldot sırası demek. İşçi kesiminin olmazsa olmazlarından… İştahım yok ve keşkülü Bayram Usta’ya veriyorum. Paylaşmak güzeldir!
Öğle paydosu gençlik çağlarım gibi hızla tükeniyor. Saat 13.40 ilk uyarı borusu çalıyor. Robotlaştırılmışız. Kalk, yavaş yavaş çalıştığın atölyeye doğru yürü ikazı. Hüseyin’le son cümlelerimizi toparlamaya çalışırken ikinci ve son uyarı borusu. Saat: 13.45. Ayrılıyoruz. İkimizde de atölyelerimize vaktinde yetişememe endişesi. Hızlı adımlarla yürüyoruz. Fabrikalar; korku imparatorlukları!
Günlerden cuma olması münasebetiyle temizlik günü. Nuri her zamanki gibi işin kolayına kaçmış. Çöpleri topluyor. Asiye göstermelik toz alma telaşında. Süpürge Nazım’ın elinde. Yerleri paspaslamak işi de bana kalmış haliyle. İş bölümü şart!
Temizlik bitiyor. Biten işleri bilgisayara kaydediyoruz. Çay molasına on dakika var. Kafamda kendimce pazartesi gününün iş planını yapıyorum. Sürprizlere açığım. Aynı yerde uzun süre çalışmak çok şey öğretiyor insana.
Göz açıp kapayıncaya kadar çay paydosu bitiyor. Tutanakların bilgisayara kaydedilmesi işlemi akşam mesai bitimine kadar sürüyor. Paydos borusu iki gün dinlenmek şartıyla tekrar çalıyor. Saat: 17.30. Kart basıyoruz. Harç bitti, yapı paydos!
Ağır ağır yürüyorum. Akın akın bir insan seli. Kalabalık işyerlerinde çalışanlar bilirler. Her akşam kıyametin provası yapılır kart basma alanları ve servis güzergâhı arasında. Oradan oraya hızlı adımlarla amaçsızca koşturan enteresan insan topluluğu… Ardından, herkes servisine bindiği vakit tam bir huzurevi sakinliği çöker ortama. Fabrika ve otopark alanı adeta yaya trafiğine kapatılmışçasına bomboştur. Resmen terk edilmiş bir kasaba görüntüsü. Bir tek, boş alanın orta yerinden yuvarlanan bir diken topu eksiktir. Fabrika; tezatlığın anavatanı.
Yine bir rutini maziye gömerek ve fitneci bir grubu arkamda bırakarak zor da olsa servisler bölgesine ulaşıyorum. Mahşerî kalabalığı yararak servise binmenin huzuru içerisindeyim. Rıza abi de yanıma gelip oturuyor. Her gün yapılan şeyler bir gün bile tekrarlanmazsa eksiklikleri hissedilir. Rıza abinin düzene küfretmemesi dikkatimden kaçmıyor:
”Ne o? Yorgunsun galiba Rıza abi ya da ‘etliye sütlüye karışmayım da başım ağrımasın’ modundasın. Sen de başkalaşanlardan oldun artık, desene. Oysa; ‘Sen yanmazsan, ben yazmazsam, biz yanmazsak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?’ Suyun başını tutanları gıdıklamalıyız abi, hiç değilse küfrederek söndürmeliyiz içimizdeki yangını.”
”Şurada emekliliğime kalmış dört ay. Biz zamanında mücadelemizi verdik oğlum, sıra sizde. Artık bu düzensizliğe sizler başkaldıracak, sizler küfredeceksiniz. Durağa geldiğinde beni uyandırmadan inersen küfür nasıl edilirmiş esas o zaman görürsün. Hadi, şimdi kafa ütüleme de biraz uyuyayım, yorgunum.”
Rıza abinin benden önce dünyaya gelmiş olduğu için emekli olacağını sindirmekle meşgulüm. Kafamı cama dayayıp bilinçsizce dışarıya bakıyorum. Böyle durumlarda küfretmek kasıtlı olarak yaptığım bir şey değil!
Durağa yaklaşırken Rıza abiyi uyandırıyorum. Bu durumdan ziyadesiyle hoşnutum. En azından uykusunu bari bölebiliyorum. Fazlası gelmiyor elimden. İyi adamlar kötü yerlerden hiç ayrılmamalılar. Emeklilik için söylenecek en baba laf bu bence.
Yağmur şiddetini artırıyor. Servisten iner inmez Rıza abiyle birbirimize ‘iyi tatiller’ dileklerimizi dileyip koşar adım evlerimizin yolunu tutuyoruz. Evin önündeyim. Gözüm salonun açık olan penceresinde.
Nihayet brüt doksan dört net seksen beş metrekare olan evimin kapısındayım. Her zaman net olmakta fayda var. Evim, kutu kadar! Kapımı korkunç ve öldürücü yalnızlığa aralamak için anahtarı kapı deliğine sokup kapımı kilitlerin esaretinden kurtarıyorum. Tak, tak!
Kapımı sessizliğe doğru aralarken yine en beterinden bir kasvet bunaltıyor içimi. Hasar tespiti yapmak maksadıyla istemsiz salona doğru yürüyor ayaklarım. Laminant parkenin üzerinde küçük çaplı bir gölet oluşmuş. Üzerinde de birkaç önemsiz fatura yüzüyor.
Banyodan temizlik setini kaptığım gibi suyu temizliyorum. Mopla da bir güzel kuruluyorum ki ıslaklıktan eser kalmasın.
İçim kıyılmaya başlar gibi olduğundan mutfağa giriyorum. Sabahki kahvaltıdan geriye ne kaldıysa dağınıklık olarak duruyor. Daha da acısı akşam yemeği için yiyebileceğim tek lokma yok. Ve en acısı yine her akşamki gibi yapayalnızım. Saate bakıyorum 18.48. Karşımda şehrin ışıltılı caddeleri, sokakları, evleri…
Tencereye makarna suyu koyuyorum. Masaya bir parça ekmek, tuz ve çoban salatası. Ve tek bardak. Yalnızlığımı da saymazsak bir başımayım. Canım ölmek dışında hiçbir şey istemiyor. Mutsuz ve ağlamaklıyım. İsyan bayrağım asi bir marşla çekiliyor göndere. Benimki de hayat. Kedere bak!