Datça’nın Mühürlü Kapıları*

Aganta. Burina. Burinata. Dumdibum. Dubidum Dubidam. Trrrrum. Trrrrum. Trrrrum! Trak. Tiki. Tak. Şım Bım. Bım Bım. . ‘’Kalkın böcekler, uyanın, ayağa kalkın! Sofra hazır. Kahvaltı masaları ve aç olanlar, amaç olanlar, araç olanlar, yani bizler. Evet Sizler!’’ Şöylemesine yazmış ki şair küçük iskender, ‘bodrum suresi’ şiirinde. Bangır bangır bağırıyor. Derinden, daha derinden; çünkü şavkı sulardaki dolunay gibi mağrur bir yanımız hep çıplak kalıyor. Bu gidişle kalbimizi aşkla susturabiliriz ancak, ki kırık kalbimiz aşkla boğulmasın diye aşık oluyoruz her defasında. Uslanmıyoruz ve Cibril’i düşünüyoruz. Öyle ya ceset torbasına hoyratça atılan sözcükleri kökünden koparanı o gördü. Biz. Gördük. Sonsuzu ararcasına; ama bulamıyoruz. Arıyoruz, arıyoruz. Arayacağız…

Bu bağırıştan sonra asıl meseleye doğru kulaç atmadan olmaz.

Deniz seviyesinde tiyatro ve insanı insanla aldatan aşk. Dal sarkar kartal kalkar. Olmak ya da bir ihtimal daha var… Datça Tiyatro Festivali’nde bize ayrılan köşedeyiz. Ne güzel oradayız. Bu sene, ikincisi düzenlenen festival, hepinizi seneye bir kez daha bekliyorum der gibi geçti gitti. Ezberlenmiş ve kalıplaşmış sözlerin ardına saklanarak bunları sarf etmek elbette kolay değil. Esip gürlemekle de olmayacağına göre, gelin başa saralım. Ama zor da değil. Nihayetinde tanrıya isyan ettiğimiz gün gözlerimizi de hakikate tıkarız. Göz görür, kulak işitir. Fakat bu ne iştir böyle, bitmek bilmiyor bu acı?

Hissettik canım kendimizi diyen şair gibi hissettik oraları, denizi, gölgeleri ve koyları vesaire vesaire. Datça’ya gitmek için bahane aramaya da lüzum yok. Sevişmeye bahane aramayacağımızı kim söyleyebilir ki. Gene de bir bahanesi olmalı insanın, demeli insan bunu. Akdeniz ve Ege sularının cirit attığı bir mahalde, Datça. Bazı kaynaklarda Dadya veya Reşadiye yarımadası olarak da geçer. Koyları, plajları, Antikçağ’a ait kalıntılar, özellikle batı ucundaki antik şehir Knidos. Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan gemiler. Bakın yaklaşıyor şair! Esasen esen deli rüzgarıyla meşhurdur. En az şairi ve denizi kadar hoyrattır.. Kutsal mekana ayak basmadan geri dönmek uğursuzluk getirirmiş meğer. Eskilerin sözüyle yola baş koymak böyle bir şey olsa gerek. Korksak da inanırız, masala inanmayan hakikate nasıl inansın. Şair Murathan Mungan. Uzun zamandır kendileri Almanya’da gizli işler çevirmekte. Yazları sıcak kışları soğuk ve karlı geçen bir yerde. Ama gene de dilimizin ucunda ve susuyoruz.

Şair diyorduk değil mi?

Cana can katan bir şairin ömrünün çoğunun geçtiği bir kenttir Datça. Bir yandan küçük skender okuyorum. Bir şairin elleri nasıldır acaba? Kalın mı ince mi? Bir şairin yüzü nasıldır? Kalın mı yoksa? Denizatları geçiyor rüyalarımın ortasında. Denizin içinde gezen deniz anaları anamı hatırlatıyor. Geri dönmeliyim saklandığım yerden. Parmakları yaşlanıyor annemin. Gözlerinden bellidir ameliyat masasına oturduğu.

Kalkın Datça’ya Gidelim

Günlerin getirdiği bir zamandayız. Aklımdan geçenlerin kabuğunu kırmadan rahat edemeyeceğim belli ki. Ama tiyatroyu anlatalım. Gemilerin kalkış saatlerini. Geç kalışımızı veya erken kalkan balinalar gibi yola koyuluşumuzu konuşalım. Bilahare deşeriz esen rüzgarın gebe karnını. Festival boyunca atölyeler, söyleşiler, müzik hep eşlik etti denize. Antik Tiyatro’da sahnelenen oyunlarla gözlerimizin ferini çuvaldızla mumyaladık ve söktük üstümüzdeki çarşafın varaklı düğmelerini. Havası başka hava. Denizi başka. Bizim istediğimiz başka türlü bir şey olsa da. Henüz hayatımızın baharını yaşayan mezkur festival için söylenecek çok şey var. Şey. Bir şey. Çok şey. Her şey işte. Eksiklerini de birlikte görmeye gitmeli, ya da hep övmeli. Güzel şeyler övülmeli. Övülen yer ve şey de önemli olmalı.

Halikarnas Balıkçısı’nı okuduğum bir andayız şimdi. ‘’Düşün Yazıları’’ndan mimliyorum: Çok tuhaftır amma Avrupa’yı iki kere kurtardık. Bir kere Ankara savaşında…Timurlenk’te Avrupa’yı istila edecek hal bırakmadık. Ya birleşseydik? Çünkü Niğbolu’da Beyazıt, bütün Avrupa’yı yenmişti. Bütün Avrupa’yı yenen Beyazıt’ı yenen Timurlenk, Avrupa’yı neye döndürürdü? Sanki Avrupa’yı kurtarmak için mi savaştık? Hayır. Amma yazgı öyle istedi. Bir kere de Cengiz’den kurtardık.’’ Evet tarih tekerrür eder burasını tartışacak değiliz, ama bugün bile korumaya devam ediyoruz. Dışa açılan bir kapısıyız Avrupa’nın. Bu koca lafların arasında kendimize de yetebiliyoruz ya daha ne diyelim. Gene festivali unuttuk, baksanıza!

Bu kısa zamanda kentin insanı festivale uyum sağlamış durumda. Tiyatro için ise apayrı bir sadelik. Ve ilaveten ‘’sendikasıdır bodrum türk aydınının!’’ diyen de küçük iskender’dir. Yaz aylarında tiyatrodan mahrum bırakılan insanlık için de harikulade bir nişangah. Arta kalan zamanlarda soğuk bir ‘’datça gazozu’’ nu dionysos şerefine kaldırmayı kendimize şiar etmiş bir vaziyette göğe bakıyoruz. Dadını dadan bilir mottosuyla Datça’ya gelen bizler için fazlasıyla tercih edilen bir meşrubattı. Dadını aldık ve gidiyoruz. Büyümek, iç pazara çıkmak gibi bir derdi olmadığından ancak ve ancak burada, ya da aşkın yaşandığı her yerde. Yanımıza aldığımız gazozların geri dönüşünü bizden başka kimse bilemez. Bunu da biliyoruz artık. Bademli sütlü dondurmaya gelince, damağınıza değdiği anı denize karşı soyunup not bırakmak da sizin elinizde. Tabi kendimizle meşgul olurken Datça’nın güzelliklerinden mahrum bırakmamak gerekir gözlerimizi. Özellikle Eski Datça’nın sokaklarından kelimeleri toplarken heybenize, şahit olduğunuz başka şeyler de mevcut, mesela tek ya da iki katlı tamamı taştan yapılmış, bahçelerini begonvillerin, ansızın karşınıza beliren incir ağaçları, duvara yaslanmış bir vaziyette hediyelik eşya almanızı bekleyen emekçi kadınlar ve havlayamayan köpeklerin diş gıcırdatmalarını sakın kaçırmayın. Denize doğru yürüyeceksin. Can Yücel Sokağı’nı göreceksin sakın şaşırma! Sokaktan girince sizi karşılayacak olan bir can ev olacak. Şair Can evi’dir bu. Çoğumuzun yanlış bildiği gibi ya da bilmek istemediği bir şey var ki, bu ev bir müze değildir, herhangi bir kafe hiç değildir. Yaşlanılabilir bir ev, yaşayan bir aile var.

Yaşasın!

Kapıda da nazik bir dille bildirilmektedir. Duvarlarına aklınızdaki dizeleri kazıyabilirsiniz, şiir, hayata ve sokağa dahil nihayetinde. Derler ki, Muhtar Orhan, bir gün Can Yücel’in yanına gelir. Cebinden bir kağıt çıkarır… El yazısıyla yazılmış bir şiir. Bunun altına altına imzala Can Baba, der. Can Yücel de ‘’ulan Muhtar, bu şiiri ben yazmadım ki altını imzalayayım’’. Dese de Muhtar ısrar eder. ‘’olsun, sen büyük şairsin, bu şiir benim, hoşuma gitti, sen imzala ben dükkana asacağım.’’

Datça güzeldir, çok güzeldir.
Datça mahallesinin bir muhtarı vardır.
Muhtarın da sohbetine doyulmaz
Gelin Datça’ya gelin.’’

Can Yücel, ‘’ Yav Muhtar, bu şiiri imzalamam, bu şiirde bir yanlışlık var. Terslik var.’’ Muhtar, ‘’Neresi neresi?’’ diye sorunca, ‘’Muhtar, sen kekeme bir muhtarsın, senin nerenin sohbetine doyulmaz’’, dese de şair bu, yerinde durur mu?

Can Yücel, muhtarı kırmak istemez nihayetinde, Yeni bir şiir yazar, ‘’Muhtariyet’’ Muhtar’ın meyhanesinde asılıdır… Bir gün yolumuz tekrar düşerse şiiri okumadan geçersek, içtiğimiz su kanımızı gıdıklasın. Can Yücel’in vasiyetname gibi kaleme aldığı şiir ise şöyle:

Beni kuzum Datça’ya gömün
Geçin Ankara’yı İstanbul’u!
Oralar ağzına kadar dolu
Alabildiğine de pahalı,
Örneğin Zincirlikuyu’da
Bir mezar 750 milyona
Burası nispeten ucuzluk
Ortada kalma tehlikesi de yok
Hayır dua da istemez,
Dediğim gibi beni Datça’ya gömün
Şu deniz gören mezarlığın orda,
Gömü sanıp deşerlerse karışmam ama!

Aslında ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi. Mezar taşında da bu dize kazılıdır. Daha önce birkaç haddini bilmez, mezar taşını kırma cüretini bulmuş olsalar da dimdik ayakta duruyor. Ölülerin su içtiği tas, korkunç bir cinayetin parmak izleri oradadır… Bize ait bir işaret orada. Hatıralarımızda kendini anlattıracak bir yüzlerce kelime birikti mezarın başında. Sonsuzluk ve bir gün der gibi. Evet kabul ediyorum diyen bir ses ve ölüler! Havası başka hava. Başka türlü bir şey. Sözlerimiz ağırlığını kınında tutabilir, ancak Datça’nın tarihine bir yolculuk etmek gerekir. Kendimize ait sözlerin bir ağırlı olsa da bizden önce yazılmış olana hürmet etmeli:‘’Datça yarımadada bilinen ilk yerleşim Karia’lılar ile yaklaşık 4000 yıl öncesinde başlar. Aradan geçen yüzyıllar boyunca Mikenler, Dorlar, Persler, Büyük İskender, Rodoslular, Romalılar, Bizanslılar ve son olarakta Osmanlılar tarafından yaşam alanı olarak kullanıldı. Bugünkü Datça 1909 yılında Osmanlılar tarafından Reşadiye olarak adlandırıldı. Reşadiye bugün Datça ilçesinin bir mahallesine dönüşmüş durumdadır.

Ve…

Knidos konumu itibariyle tarih boyunca denizcilerin en önemli uğrak ve sığınma limanlarından biri olmuştur. Knidos ve çevresinin önemli deniz yollarından biri olması, tarihte fırtınalar sonucu batmış olan pek çok batığa da ev sahipliği yapmaktadır.
Datça yarımadasındaki Knidos feneri teorik olarak Ege ve akdenizin birleştiği nokta olarak kabul edilmektedir.’’

Kitabi bilgi olmadan ayağımızı yorganımıza göre uzatmak bize haramdır.

Seni Seviyorum Türkiye’’ oyununu tekrar orada izleme fırsatını bulmanın sevinciyle antik tiyatroya doğru çevirdik gözlerimizi. Gökteki yıldızlar, bize van gogh’un meşhur tablosunu hatırlatıyor, dionysos’a bir kez şükranlarımızı iletiyoruz. Yüzleri kızaran sadece tanrılar değil insanlardır. Ansızın elektrikler kesildi. Bir şeyler olmalıydı. Sahne kapkaranlık. Derken herkesin nasıl olduysa yanında taşıdığı telefonlardan taşan ışıklar devreye girdi. Sahne aydınlık, gökyüzü mahcup ve yıldızlar mağrur. Çoktular ama yoktular. Anlamını yitirdiğini düşündüğümüz şeylerin üzerine yıldızlar doğmuştu adeta. Görmeye hasret olduğumuz ateş böcekler gibi. Sesler ve geceler birbirine karışırcasına güneş yüzünü buruşturuyor. Yakamıza yapışan incelik zahmetlerini düşünmeyi salıyorum. Olacak olanları çarpıyorum yüzüme. Kahreden bir kirlilik ve hijyen içeren anonim bir müziğin melodisine vuruluyoruz. Kaçmak ölümden daha meşhur değil. Lozan da bir hezimet değil. Resmi tarihin koynunda hasılat rekoru kırabiliriz. Boynumuzu bükebiliriz aşırı talihsizlik yüzünden. Bu yüzden Datça yolcusu kalmasın. Bir şair kıstırılıyor Troya girişinde.

Son Yazılar

Harun Aktaş Yazar:

''Toparlanın gitmiyoruz''