Deli olmamak için…

“Yazmazsam deli olacaktım.” der bir hikayesinde Sait Faik. Her yazar için durum bundan farklı değildir aslında. Yazar, şahit olduklarına, farkettiklerine, hayret ettiklerine, yaşadıklarına, hissettiklerine veya duyduklarına kayıtsız kalamayan insandır. Belki herkes görür, herkes duyar, herkes farkeder ama yazar anlamlandıran kişidir. Burada yazar, üzerine bırakılan bir kabı yüzdüreceği gerçeğini herkesin bilmesine rağmen suyun kaldırma kuvvetini formülize eden bir bilim adamının durumdadır.

Yazar, herkes koşup geçerken duran kişidir. Yazar, herkes gözlerini kapamışken gözünü açan kişidir. Yazar, herkes bakarken gören kişidir. Yazar, herkes duyarken anlayan kişidir. Bu ona içsel bir armağan olarak verilmiştir. Tabi gerçek bir yazarsa kişi, içinde taşıması mümkün olmayan bir kor taşır. Onu anlatmalıdır. Adeta bir peygamber sorumluluğuyla yüklendiklerini preslenmiş ağaçlara bırakmak zorundadır. Bu bir tercih değildir. Varlığını tamamlamak, huzura ermek için bunu yapmak zorundadır.

Bu bir çıbanın deşilmesine de benzer bazen. İçini boşaltınca rahatlamayla birlikte acı da verir. Yani zahmetli ve çileli bir iştir. Yaratıcılığın sınırlarını aşar. Cüretkardır bir evren yaratır okuyucunun gözünde. Bu evren sadece yazarın anlatabildikleridir. Ki her zaman yazarlar anlatabildiklerinden daha fazlasına sahiptirler. Hemingway’in dediği gibi, yazar buzdağının altı kadar bilmelidir ki, buz dağının üstü kadar kendisini anlatabilsin.

Yazarın ruhu beden kalıbına sığmaz; çıkmak, haykırmak ister. Bu yüzden yazar yazmadığında suçluluk duyar, kendini mutsuz hisseder, ziyan olacağını ve zamana ihanet ettiğini düşünür.

Yazar anlatmalı, içini dökmelidir. Bazen kimsenin okumayacağını bilse bile bunu yapmalıdır. Issız bir adaya düşse ve kurtulma umudu olmasa bile içindeki, o kendisine seslenen efsunlu kişiye kulak vermeli ve düşünceleri harflerle teskin etmelidir.

Bu bir tutkudur aslında. Maddi karşılığı olmayan bir tutku… Buna rağmen her zahmetli iş erbabı gibi yazarlar da yazdıklarının okunmasından hoşnut olurlar. Kafka gibi yazdıklarını kıskananlar da vardır tabiki. Ama sanat iltifata tabidir.

Orhan Veli’nin ölümünden sonra evinin lavabosunda diş fırçasına sarılı bir şiiri bulundu. İçinde yazma aşkı olan bir insan ancak anlar bunun ne anlama geldiğini. Yazar yazabildiği sürece anlamlı hisseder kendisini. Bu manada yazmak hayatın anlamına yakınlaşmaktır. Hem varlık aleminden sıyrılmak hem de varlık alemine nüfus etmektir yazmak.

Sadece zihinsel bir kavrayışla algılanabilecek bir şey üretmek, hiçbir malzeme ve enstrüman kullanmadan salt beyin ve ruhla bir eser var edebilmek… İşte yazma eylemini bu kadar değerli kılan bu. Çünkü onun enstrümanı ulaştığı zihinlerdir. Yazar sadece üfler.

Resim: listekitap.com

Son Yazılar

Yazmak, çizmek peşinde, yanmayı pişmeye tercih eden biri...