Güzün gelişiyle beraber özlenen şeyler de yüzlerini göstermeye başladı. Gerek sanat, gerek edebiyat ve illâki tiyatro. Bunlar nicedir beklediğimiz günler aslında. Asılolan bu. Bir güz düşünün ki sonu, hep böyle bahar gibi grotesk olsun. Kendi kendini tamamlıyor aslında bu abartı. Kitaplardan fırlayan kelimeler, kendi derdine düşmüşçesine, virgülünü arıyor sokaklarda. Söylediğimiz cümleler bile gördüklerinden başka bir taşa inanmıyor, inanmamakta da hiçbir beis görmüyor. Payımıza düşenle yetinmek yerine, dahasını niye arıyoruz ki? Yoldaki işaretlere bakarak en uygun yere gitmeyi de ihmal etmiyoruz zaten. Neleri gözden kaçırdığımızı biliyor muyuz? Biliyoruz ama, bu defa niçin olduğu üzerinde pek durmuyoruz. Başımıza nelerin geleceğini şuan için bilemiyoruz, ki kaderimizin bize sunduğu nimetlerden fazlasını da yaşamıyoruz. İyi de bu işin hamartia (insanın işlemek zorunda olduğu trajik hata)’sı nerede saklı? Biz kendi derdimizle hasbihal ederken, dışımızda yaşanan hayatları da unutmuyoruz. En başta da bienal. Nasıl da soylu duruyor komşunun kapısında. Bu seneki mottosu, yani derdi ‘’İyi bir komşu olmak’’. Nihayetinde dert ve mesele aynı. Açan açtı, geçti, fakat ya acımızın derinliği..? Kaybeden henüz bulamadı kaybettiğini, bu esnada. Bırakalım iyi bir komşuyu, komşu bulmakta bile aciziz artık. Bunun sosyokültürel sebepleri muhakkak tartışmaya açık; yoldan çekilelim de sosyologlar işini yapsınlar. Bize de dokunmasınlar tabi. Biz kaybettiklerimizi aramakla meşgul olalım. Hele ki iyi komşumuza hiç dokunmasınlar. Şimdi ahkâm kesilmenin lüzumu da yok. Biraz ciddiyete davet etmeliyim kelimelerimi. Zaten beni ilgilendiren kısım da bu değil mi? Komşunun külüne laf ettiğimiz mi var? Fakat gene de komşu denilince hemen hatırıma, bir alt katımızda yaşam belirtileri veren yüce komşumuz gelir. Hani, bütün iyi huylu hücreleri bedenimizden hunharca sıyıran komşu. Her akşam sinkaflı küfürlerin gölgesinde çalınan kapımızın bizden hiç alacağı olmadığını nasıl inandıracağız? Bu durumda, üç yaşındaki kızlarının ruh halinin söylediklerimize dahil olmadığını hatırlatmak isterim. Fakat asıl çarpıklık sabah olduğunda hiçbir şey olmamışçasına sıradan, gündelik hayatlarına devam edebilme pişkinliğiydi. Apartman sakinlerinin naif sakinliğinden de çok sonra haberim oldu zaten. Göz göze kaldığımız anlarda da tek kelam etmeden uzaklaşıyorduk birbirimizden. İki yabancı gibi. Yıkık bir duvardan düşen iki yırtık tuğla gibi. Gel gelelim, komşuyduk. Ağzımdan kaçırdığım günlerin hatırı veya kapıdaki paspasın altında can çekişen küfürlerin ne kadarı bu hakikate dahil?
Sonra ne mi oldu?
Her şey bunlar yaşarken oldu işte. Bir gün kapı çalındı. Evde uykuyla saadet içindeydim. Bizimkilerdir diyerek buğulu gözlerle yataktan fırladım. Kapı çalana açılır derlerdi eskiler. Siz nasıl olursunuz da sigara külünüzü evimin camına doğru üflersiniz, diyen bir ses karşımda tüttü. İyi de hanımfendi -sabah da olsa nezaketten ödün vermem-, ne ben, ne de evdeki başka biri sigara içmeyiz, dedim. Dedi ki, ben bilemem. Bir daha görmeyeceğim. Şurada komşuyuz, sesimiz çıkmıyor diye böyle de yapılmaz ki. Bir daha söylüyorum, içmiyoruz. Bir üste sordunuz mu? Dedim. Ayrıca komşu komşunun külüne muhtaç değil mi? Bir de böyle düşünün, diyebilme cüreti damarlarımdan geçmediğinden içimde saklamakla yetindim ve demedim. Hâl böyle, apaçık meydandayken kötü komşu olan biz olduk. Hayatımızdaki olağanlıkları anlatarak durum öyküsü oluşturmuyorum aslında. Bienal var ve bize bahşedilen iyi bir komşuluk. Bir çift sözümüz olduğu bilinsin diye, birazcık laf doğruyoruz o kadar. Bilmek kâr etmiyor ama, bunu da biliyorum.
Biz ne kadar iyi bi komşuyuz sahi?
Bunu tartışmanın aptalca olduğunu düşünmek işime gelse de, ileriden elimi çekmiyorum. Bunlardan uzak bir düzen kurmaya çalıştığımızı iftiharla belirtmek isterim. Hatta tam da içindeyiz düzenin. Ya da gelin sistem diyelim ve o jargona kafiye uyduralım. Kentliyiz artık! Aslında kentli olduğumuzu sanıyoruz. İlber Ortaylı, bir röportajında söylemişti; Türk insanı ne şehirli bir toplumdur, ne de köylü; varoştur artık. Konumuzun içinde yeri nedir bu sözün bilmiyorum, ama ne olduğumuz tam da anlaşılmamışken, iyi bir komşu’dan bahsetmek bana tuhaf geliyor nedense, evet tuhaf. Kafamdaki tuhaflıklar böyle olmama mani de değil hem.
O yüzden zamanın içinde olduğumuzu unuttuğumuz gibi, özümüzü de tahriş ettik. Dersten kaldık. Sınavda kaldık. İçeride kaldık. Sınıfta kaldık. Asansörde kaldık. Bodrumda kaldık. Merdiven altında kaldık. Kaldık. Kaldık. Gel gör ki komşu da kalamadık. Böyle olunca da gülünç durumlar zuhur ediyor not defterimde. Bu seneki bienal bu yüzden fazlasıyla kanımı hoplattı. Zihnimdeki iyi komşular, daha önce verdikleri külleri dağıtarak vücut bulsa da, fikrim değişmedi. Bir geçmişe dönüş mevzubahis diyebiliriz, ki sanat, artık geçmişte, doğanın içinde. Yeni bir şey yok. Komşuluk bununla kalmıyor elbette. Bir bellektir. İçilen bir kahve ya da. Zamanın bize kendi tozuyla sunduğu bir sanduka.
Bir de kapı çalana açılır, demezler mi? Hakikaten böyle mi? Kapıdaki kişinin kim olduğu hiç mi hiç önem arz etmiyor? Konunun tedirginliği elbette bizi alakadar eder. Zira o iyi insanların o güzel atlara binmediğini biliyoruz. O güzel atlardan eser kalmadığı gibi o iyi insanlar da bizden epey uzakta. O güzel atlar kazulet gibi dikilen sitelere, o iyi insanlar da içimizdeki zombilere dönüştü. İfadelerimin kendi dişlerimden keskin olduğu gerçeğini tartışabiliriz, lakin giden gitti, açan açmak için can çekişiyor. Peki, bize ne kaldı, sorusu daha çok önem arz ediyor sanırım. İyi bir komşu’yu kötü bir komşuya dönüşmesine kim sebep oldu? El birliğiyle biz yaptık bunu. Yukarıda da ifade ettiğim gibi, kendimizi de kenara çekip sormak gerekir.
Sıfır sorun sıfır nefret. Böyle çıkılmamış mıydı yola? Baş koyduğumuz iki ayaklı, ucuz ideoloji bunun üzerinde kurulmadı mı? Hayatımızın bir tragedyadan ibaret olduğunu söyleyemem. Söylemem, çünkü tragedyanın soylu bir durşu var. Bu soyluluk da acıdır. Kaldı ki tragedya, ahlaki bakımdan ağırbaşlı bir eylemdir. Sanatça güzelleştirilmiş bir dil takınır. Biz her şeyimizle kirliyiz. Suyumuz bile bulanık. Soylu olmasını bir kenara bırakalım şimdilik.. Soyludan kastımızın ne olduğunu hepimiz biliyor olsak da. Dil de çoktan terk etti bizi zaten. Demek istediğim, ağır başlı bir harekettir tragedya. Biz acı çekmeyi bile bilmiyoruz. İzini sürdüğümüz hayatın trajikomikliği bizi daha çok tahrik ediyor adeta. Bunu dil veya ahlaki olarak açıklamak, şuan için bizi pek tatmin etmiyor. Kapı her çalana da açılmaz ayrıca. Her komşu da iyi değildir. Bizim için ev almak, komşu almaktan daha değerlidir. Böyle denilirdi eskiden. Eskiden, çok eskiden. Komşunun canı cehenneme, denilmeye başlanmadı mı şimdi? İyi olmak mı, komşu olmak, çağımızın yeni sloganı bu artık. Bir kısa filmde geçiyordu galiba. Mimari taşlaşmış müziktir diye. Zombileştik. Onları da geçtik kanımızdan tiksinir olduk. At kafalarımızı sağa sola, duvarlara çarparcasına mantığımızı yitirdik ve zedelendik. Komşumuzun külleri o yüzden pek ilgimizi çekmiyor; komşunun kanı, o sözde soylu acımızın dinmesine yetebiliyor sadece. Bu yüzden kırk odanın kapısı kilitli ve anahtarlarını bulamıyoruz.
Peki kapıyı kim çalıyor, postacıdan başka?