Spor iklimimizde Stockholm sendromu-2

Mini yazı dizisinin ikinci bölümünde örneklerle açıklamaya çalıştığım sendromun çarelerine dair bir öneriden bahsedeceğim. Aslında ilk çözümün diğer spor branşlarında olduğu fikrimi bir cümleyle de olsa ifade etmiş ve açıklamasını buraya bırakmıştım.

İlginin basketbol ya da voleybol gibi alanlara kayması toplumumuzdaki sıkı spor takipçilerinin (özellikle de taraftar olanların) içinde bulunduklarını varsaydığım soruna birkaç açıdan iyi gelebilir. Şimdi neden böyle olması gerektiğine dair sebepleri açmaya başlayayım:

İlk sebep tabi ki maddi koşullar. Artık sporun endüstri haline geldiği konusunda profesöründen manavına kadar herkes ortak bir kanıya ulaşmış durumda. Bununla birlikte uluslararası spor kuruluşlarının da kulüplerin malının ortakçısı gibi sürekli denetleme ve sonucunda da sınırlama getirmesi özellikle futbol seyircisinin canını sıkmakta. Financial Fair Play denen illet yüzünden milletin yazı ekran başında ucuz transfer haberlerini beklemekle geçti, günlerinin tadı kaçtı. Yahu ben ofansif orta saha gelmiyor diye paket paket sigara bitiren insanlar tanıyorum. Elin İngiliz’i bilmem kaç milyon sterline yirmi yaşında çocuk alırken bizimkiler takımda direkt golcü olacak futbolculara o paranın beşte birini dahi veremez oldular. Ayağımızı yorganımıza göre uzatmaya çalışınca bu defa da belimize kadar açıkta kalıyoruz. E haliyle üşüyüp hasta oluyoruz. Düşük kalitede takımlar kurmak zorunda kalıyoruz. Eğri oturup doğru konuşmak gerekir, tamam Avrupa’ya kafa tutacak kadar paramız yok ama böyle sıkıntılara girmeye gerek var mı? Basketbol ya da voleybol da durum böyle mi? En yüksek bütçeli takımlar ülkemizde kuruluyor. Mesela artık hem yerli hem de yabancı sporcular için NBA’den önceki son adımlardan biri bizim basketbol ligimiz. Bir kulüp başkanının önce para tuzağı deyip sonra özür mektubu yazmak zorunda kaldığı Euroleague organizasyonunda üç takımımız son sekize kalıyor. Bu kadar gücümüz yani paramız var işte bizim. Para para para…

Maddi koşulların yeterliliği sadece bütçe hacimleriyle sınırlı bir konu değil. Spor salonları ve tesisler de her zaman dünya standartlarını zorluyor. Hatta öyle ki Türkiye Voleybol Federasyonu dünyada başka hiçbir federasyonun olmadığı kadar büyük çapta ve fazla sayıda tesise sahip. Hani şu federasyonların özerklik yapısının tartışıldığı kronik bir sorun var ya ülkemizde. İşte Voleybol Federasyonu sahip olduğu imkanlar sayesinde bu konuda oldukça başarılı. (Bunu özerkliğe dair diğer spekülasyonları bir kenara bırakıp sadece bahsettiğim konuyla alakalı olarak söylüyorum.) Yani kısaca öyle bozuk zeminden ötürü penaltıyı, frikiği stadyumun dışına göndermek gibi rezillikler olmuyor veya daha vahimi yeni yapılmış olan bir stadyumun drenaj sistemindeki bozukluktan ötürü göle dönen sahalarda maçın ertelenmesi gibi mahcubiyetler yaşamıyoruz dış mihraklara karşı.

Takip edilmesini salık verdiğim sporların verimi de çok yüksek. Öyle futbol gibi paranı ve ruhunu emmek peşinde değil. Bakın çok trajiktir; Türkiye’nin en büyük camialarından birinin taraftarları gece gündüz takip ettiği futbol takımlarının bir Makedon ekibine elenmesini ve bu ekibin tarihinde ilk kez Avrupa Ligi’nde gruplara kalmasına şahit oldu. Vardar Ovası türküsü memleketin dört bir yanında sırf nispet için günlerce çalındı durdu. Aslında iyi de oldu zira Ata’mızın en sevdiği türkülerden birini iyice bellemiş olduk. Neyse konuya döneyim, işte böyle hüzünlü olaylarla diğer branşlarda karşılaşmak ihtimali çok daha düşüktür. Yukarda bahsettiğim kulübün basketbol şubesi Avrupa’nın son şampiyonu. Şunu itiraf etmek gerekir doğal olarak derdimiz hep galip gelen taraf olmak. Seyir zevki falan ikinci planda bizim için. Bundan ötürü de diğer branşlar daha fazla takip edilmeli. Futbola oranla çok daha az bir ilgiyle, destekle çok büyük zaferler yaşarsınız basketbolda. Bu düşüncenin örneklerini her geçen gün tekrar tekrar deneyimlemekteyiz. 12 Dev Adam için yaptığı bir banka reklamı var; hala da televizyon kanallarında yayınlanmakta. O reklamda bir teyze, spiker Sinan üçlüğü atınca kolunu çılgınca sallayarak seviniyor. Ne büyük mutluluk yaşıyor altın gününün ortasında. Bu teyzeden ilham almamız gerekiyor. O diğer teyzelerle sosyalleşme içerisinde olduğu için salona gidememiş ama bizler salona gidip o kadarcık destek sağlasak basketbolcularımız bize ne gururlar yaşatır.

İşin esprisi bir yana verim konusunda sonuca odaklı bir durum da söz konusu değil. Bugün finali oynanacak Avrupa Basketbol Şampiyonası’nda Milli Takımın aldığı sonuç kesinlikle yeterli değildi. Fakat sahadaki mücadele hepimizi tatmin etti, evde de olsak ayakta alkışladık ve helal olsun dedik. Peki, neden futbolda aynısı olmuyor? Takım galip geliyor bazen bu da yetmiyor turnuvaya katılma hakkı kazanıyor ama yine de insanlar tatmin olamıyor. Sürekli tartışma konusu olabilecek bir şeyler var ortada. Huzursuzluk kol geziyor futbol camiasında. Kimse diğerinin yaptığı işten memnun değil.

Aslında derdimi böyle sendromlu falan anlatmaya çalıştım ama ilk yazıyı okuyan bir dostum kısaca “Herkes öldürür sevdiğini.” demek istemişsin dedi. Bir Oscar Wilde şiiri olan bu eser Ramiz Dayı karakterini canlandıran Tuncel Kurtiz’in sesinden hafızalarımıza kazınmıştı. Evet, bu şekilde de değerlendirilebilir fakat biz bunu gönül ilişkilerimizde uygulayalım. Spora karşı böylesine tutkulu ve azaplı bir ilişki aşırılık olacaktır. Ben futbol düşmanı falan değilim ama sadece her spora verdiği estetik haz ve getirdiği başarı oranında kıymet verilmesi lazım diye düşünmekteyim.

 

Fotoğraf: https://pixabay.com/en/stadium-football-viewers-165406/

 

 

Son Yazılar

Voleybol ağırlıklı güncel spor yazıları yazıyor. Marmara Üniversitesi'nde Spor Yönetim Bilimleri Yüksek Lisans eğitimi alıyor. Çeşitli spor kanallarında voleybol maçları anlatıyor.