Dünlerin güne kazandırdığı şiddet, hepimizi ilgilendiren kavi bir kayboluştur maalesef. Maalesef diyorum; çünkü buna alışkın bir bünyemiz var ve yetmiyor. Hem de azımsanmayacak kadar. Bize ait olan ne kaldı düne ait peki? Sorduğum sorunun niteliğini hesaba katarak, elimizdeki işleri masaya yatırabilirsek daha anlaşılır bir hâl alacaktır, diye düşünüyorum . Geçmiş diyemiyorum; fakat geçmişin benden aldığı şeyleri geri alabilmenin imkânsızlığına kafa patlatmak daha büyük bir sorun. Bunu biliyor olmamız neyi değiştirir acaba? Yazgı dediğimiz şey, aslımıza ne denli alışkın? Dönüşen bizlersek eğer, bu dayanılmaz ağrı niçindi o zaman? Buna kendimizi inandırmalıyız de yazgı n’olacak?
Bugüne dönelim dediğimde ise, ağzımdan fırlayan kelimelerin saklanacak bir delik arıyormuşçasına bulantıya saplanıyor olması anlaşılabilir bir kangren telaşından başka nedir ki. Elime aldığım birkaç romanı yarıda bırakıp kenara atıyor olmam bu yüzden sadece beni ilgilendiriyor. Şair’in dediği gibi; ‘’…Dilce susup bedence konuşulan bir çağda biliyorum kolay anlaşılmayacak’’. Diyebilecek cürreti gösterebilir miyiz? Dahası niye böyle yapmak zorunda bırakılıyoruz? Hatırlarsanız geçen hafta elime aldığım romanı bitirebilmenin zevk ü sefanın içinde debelenip durdum. Bazı sınavlara girmek bile artık eskisi gibi heyecanlandırmıyor parmaklarımı. Öylesine, amaçsızca girmenin elbette üzerimde bir heyecan yaratmasını beklemek ahmakça olur, ancak anlatmak istediğimiz ne bu, ne de bu meczup sınavın bende bıraktığı boşvermişliktir.
Bu da geçti. Geçen günlerin arasında annem de gitti. Bir gidiş yalnızca bir gidiş değildir belki, ama ölüm de değildir. Bir ayrılıktır yalnızca. Ayrılıkların bizden aldıklarını tartışmak bünyemize iyi gelmeyeceği kesinlik arz ediyor an itibarıyla (Annem hep ayrılır). Fırsattan istifade ederek dışarı çıkmalıyız. Sahafları dolaşmak, sevdiğin yazarların kitaplarını karıştırmak ve hiç pazarlığa girmeden almayı düşünmek, ya da sonra gene uğrarım deyip almamak… işte bunlar bizi ferahlatan amansız şeyler, ama gel gelelim, durum sandığımızdan daha gülünç. Peşimizden atlılar geliyormuşçasına kaçıyor, daha doğrusu koşuyoruz. Bir yerlere ulaşabilmek mi acaba bu koşmanın sebebi, yoksa ulaştığımız yeri yıprattığımızdan bizi barındırmak istememeleri mi o atlıların? Hadi diyelim hiçbiri değil. Yalnızca koşuyoruz. Amok koşucusu olmak gibi bir derdimiz var mı? Her şeyi yapabiliriz; kendimizi ancak okuyarak güvende hissedebiliriz. Güvenden kastımız, elbette saklanmak değil. Meydanda olup sesimizin gür çıkabilmesine fırsat vermektir.
Ve fakat bu anlatılanlar ‘’acil hititolog aranıyor’’ ilanıyla anlamını yitirdi. Artık ne dediğimizin önemi, şuan için bekleme seyrinde. Bu ilanının ciddiyet derecesi ne? Birileri bizim bunaltıcı sıcaklardan bunaldığımızdan fırsat bilip, gülmek mi istedi? Yoksa kadim eksikliğimiz dışa mı vurulmaya başlandı?
Hiçbiri demek istiyorum. Böyle bir şeyin mümkün olabileceğine kendimi inandırmam vakit kaybı. Hitit medeniyetinin sadece taş tabletler üzerinden ibaret olmadığının farkındayım. Mısırlılar ve Hititler. Kadeş antlaşması ve toprak. Liseden kalma bir şeyler her zaman hatırlamanıza yardımcı olur. Kimin kazandığı önemli, fakat galibin olmadığı bir hayat, bizi daha çok şevklendirir. Tarih öncesi ve sonrası çıkıyor karşımıza, dert edinmeliyiz bu meseleyi. Doğanın insan üzerindeki gizemi. Savaşlar tartışıladursun, doğa kendini dönüştürmek için zamana sığınsın. Doğanın büyüsüne kapılmamak elde mi? İnançların bile doğadan beslendiğine ağzımız açık seyretmemeliyiz artık. İniyoruz o kulelerden çünkü. Animistlerin anladığı da bizim anlamadığımız ne var!? ‘’Animizim belirli bir din değildir. Birbirinden çok farklı binlerce din, kült ve inanç için ortam bir tanımdır. ‘’-Homo sapiens, Yuval Noah Harari. Bizim ne kadarımız animist peki? Öyle birkaç cümleyle geçiştirilecek bir soru olmadığı gibi konu da değil. Sadece sorumuzu doğru sorduğumuzdan şüphe duymayalım yeter.
Hititolog kime denir?