Cilalı Taş Devri

Bazı şeyleri bahane ederek uzaklaştım. Bazı bahaneleri sıralayacak olursam, başta bayram. Bayramlar bana hep bir kaçma hissi uyandırıyor nedense. Bir kaçış ve kayboluş. Annem yanımızda olduğundan anneme gitme gibi bir mecburiyet de yoktu. Evdekilerin beni birkaç gün görmemeleri fazlasıyla iyi olacaktı zira. Her iki tarafın lehine bir ayrılık nihayetinde. Kiminle ya da neyle gideceğim şimdilik önem arz etmiyor. Yeter ki gitmek isteyelim. Yani demek istediğim uzakta bir yerdeyim. Fakat şairin de dediği gibi, ‘’kendinin bile ücrasında yasayan benim için, gidecek yer ne kadar uzak olabilir?’’ Böyle bir şey saklı olmalı hep içimizde. Burası tartışmaya açık fakat, bunu biliyoruz.

Bir sabah uyandım ve İzmir’e kaçtım (2016’da İzmir’e en fazla İstanbul’dan göçün olduğu meselesini sonra tartışalım). Bazı bahanelerin ardına saklanarak. Sıcaklardan bunalmış bir vaziyetteydim. Hazır kendimden bile sıkılmışken durmak olmazdı. Öyle denize girmek gibi bir niyetim olmadığına göre yapmam gerekeni yapmalıydım: Efes antik şehre gitmek. Trenlerden fışkıran insanların telaşı, bir yerlere gidebilme uğraşında olmamaları beni içten içe kışkırtıyordu. Her an bir şey olacakmış hissi uyandırıyordu bende. Fakat güneş tepemdeydi hâlâ. Anfi tiyatronun basamaklarını çıktıkça büyüyordu sanki tarihten koparılmış taşlar. Efes’in tarihini, o zamanlar neler yaşandığını şu an için burada sıralayamamanın müzmin üşengeçliği var üzerimde. Merak edenler, nerede bulacağını bilir nihayetinde. Orası tarihle merak edenlerin arasında gizli bir hurafedir. Üçüncü şahısların burunlarını sokacağı mecra değil.

Görmeden merak nasıl gidilir peki?

Esnaf, yabancı turistlerin azlığından çok ceplerindeki akreplerden dem vuruyordu. Eskisi gibi değil hiçbir şey. Hiçbir şey Efes gibi değil. Gerçekten hiçbir şey eskisi gibi değildi. Ne baştakiler, ne sokaklar, ne gökyüzü ne de insanlar. Esnaf haklı. Fakat Efesli Heraklitos da: ‘’Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.’’ diyen ateşli filozof.

‘’Ateşle oynama
Ateşle oynama
Sonunda ellerin dillerin yanacak’’

Haliyle sular aktı ve demire bile ateş verildiyse durmak olmazdı. Şöyle devam ediyordu: “Aynı ırmakta iki kez yıkanamayız. İkinci kez girdiğimizde bu ırmak büsbütün başka bir ırmaktır artık. Bu arada, akıp giden sular onu başka bir ırmak yapmışlardır.” Şimdi apaçık oradayken durum, yakınmak neye yarar, Apollon!

Zaman hep akıp gidiyor. Üzerimde ne olduğunu kestiremediğim bir ağırlık ve yürümeye devam ediyorum. Bir şeyler yapmanın naif saçmalığı var içimde. Kendimi dizginlemeli miyim? Bu kadar zaman sonra bazı ağrıların aynı kalabilmiş olması ne tuhaf. Zamana direnmek miydi yoksa bunun diğer bir adı? Sonra kendime bakıyorum. Şakaklarım ağarmaya başlamış. Birkaç yaş almışım farkında olmadan. Yüz hatlarım gerilmiş. Yıkandığım kireçli sular bile hiç aynı kalmamış. Sonra n’olacak? Merdivenlerden aşağıya iniyorum. Karşımda gene değişen ama yıkılmayan bir kütüphane. Kitapların taşlaşmış hali çarpıyor genzime. Epey duysusal olmalıyım? Değilim. Şimdi bunu inkâr ederek yolu kaybetmeye ne lüzum var. Sessiz olmalıyım. Duvarlar konuşmadığına göre, yola koyulmalıyım.

Arkamda bıraktığım insanlar kendi halinde. Buraya kadar gelmişken. Maya takvimine göre kıyametin teğet geçeceğine inanılmış adı gibi şeker, Şirince’yi görmeden gitmek gazaba uğramak için başlıca sebep olacağından yönümü çevirdim oraya. Fakat bu da değişti. Gerçi gene geç kalmıştık. Artık çok sular akmıştı üstünden. Bize kalan sadece elimizdekiler. Gene de sokaklarını kulaçlamaya hakkımız vardı. Burada esnaf’ın yüzü fena halde berraktı. Kıyametin uğramadığının tezahüründen başka nedir ki bu. Fakat tarihin tamahkâr hali zuhur ediyor karşımıza gene. Değişen şeylerin dönüşümü. Mübadelenin ekşi çizgileri çarpıyor burnumuza. Olacak olan olur, bize ıslık çalmak düşer. Sonra. Beşiktaş’a Pepe gelmiş.

*

Son Yazılar

Harun Aktaş Yazar:

''Toparlanın gitmiyoruz''