Dün gene aradı beni. Ne zaman gideceğimi sormak için. Söylemedim tabi. Sonra kapattım suratına telefonu. Valizimi çoktan hazırlamıştım oysa. Otogara gitmek için taksi çağırdım. Servise binmeyi ta başta reddederek neyin ispatını yapmaya çalışıyordum acaba. Otobüsün kalkış saatine birkaç dakika vardı. Koridor tarafındaki yirmi üç numaralı koltuğa geçtim. Cam kenarında nedense kasılırım. Camdan dışarı bakmak zaten bana göre değil. Aramızda şeffaf da olsa hiçbir şeyin olmaması gerekir. Bu benim sorunumdu biliyorum. Düşünmek için yeterince uzun bir zaman vardı önümde. Koltukların tamamı doluydu. Aynı yere gidiyorduk, fakat tanışmıyorduk. Tanımadığız insanlarla aynı havayı solmak… Çok tuhaf geliyor/du bana bu durum. Saçma diyemiyordum. Belki derim bir gün. Sırası değil ama şu an. Yanımdaki kişi bir elma çıkardı ayağının dibindeki poşetten ve ısırmaya başladı. Yolculuklarda yanıma kitap almayı eksik etmesem de çoğu zaman uyurum. Uyuyunca çabuk geçiyor zaman çünkü. Kitaplar da yarım kalır, sonraya kalır hep. Bazen bir sonraki yolculuğa, bazen dönüşe. Bir şehir terk ediliyorsa, kalanın karın ağrısı yüzündendir. Yolculuk boyunca bu kışkırtıcı ısırıklar devam etti. Otobüsten indim sonra. Elimde valizim yürümeye başladım. Nereye gideceğini bilememenin o soğuk bezginliğini, caydırıcı kış soğuklarında vücudu hırpalayan o malum paltolar gibi üzerimde hissediyordum. Sadece yürümem gerektiğini biliyordum o kadar, ki bunu en iyi şekilde icra etmenin küstahlığıyla yapıyordum. Epey yürümüştüm. Bir duvarın dibine geçip dinlendim. Dayadım sırtımı duvara önce. Arkamı sağlama aldın derlerdi eskiler.
Eskiler. Eskici. Eskidi.
Duvarların sadece bir duvar olmadığı, daha fazlası olduğu gerçeğini bir kez daha anlamıştım. Gökyüzü gri renge bürünmüş gibi buğulanmıştı. İnsanların suratların kuşku doğuran bir hakikat gizliydi sanki, ama farkında değillerdi. Başka biri daha bekliyordu orada. Selam vermemiştim. Sanırım unutmuştum. Unuttuğuma göre üzerinde bu kadar durmamalıydım. Ama vermeliydim işte. En azından bu kadarını yapmalıydım. ‘’Neden bana azıcık ilgi gösteren her kadına âşık oluyorum’’. Ben bu sorunun beni ilgilendiren kısmıyla meşguldüm zira. Düşündükçe bunları tenime yapışan yabancılığım daha da kabarıyordu. Dişlerim ağrıyor da tuz basıyormuş gibi oluyordum onlara. Bunu sormalıydım birilerine en uygun bir zamanda. Ama bir filmden çaldığımı söylememeliydim. Belki de alışmak için buradan başlamalıydım bir şehre. Gerçekten bunların yeri miydi?
Bu kelimelerin dışavurumu bu şekilde olmaması gerektiğinin de farkındaydım aslında. Ya itiraf edersin ya da gider yoluna bakarsın. Böyle işliyordu insan arasındaki ilişkiler. Söylemedim ama. Sanırım yabancı olduğum için bu kadar hassas davranıyordum. Sanki yabancı biri olacağımı anlayacaklarmış korkusunu iliklerime kadar hissediyordum, fakat kimse farkında değildi ve ben neden saçmalıyordum.
Elindeki izmariti duvara bastırarak söndürdü birden. Sonra yanıma yanaştı. Adım adım. Yavaş yavaş. Aramızdaki mesafenin beş adımdan ibaret olduğunu o zaman fark ettim. Elini uzattı merhaba diyerek. Merhaba dedim. Tokalaştık. Gitti. Geldiği yere yani. Adımlarını saydım gene. Bir tane eksik atmıştı. Biraz daha yakın durmuştu bana. Siyah bir pantolon ve uzun kollu kırmızı bir bluz vardı üzerinde. Şık giyinmiş denilen cinstendi. Çantasını karıştırıyordu. Uzun saplı kemik bir tarak çıkardı. Saçları permalı olmasına rağmen taramaya başladı. Güneş tam tepemizdeydi. Mağaradan ayrılır ayrılmaz ensenize yapışacağım der gibiydi suratı güneşin. Ona baktığımı fark edince, kendisine niçin baktığımı sordu. ‘’Bluzunuz dikkatimi çekti de’’ demek zorunda kaldım yüz kızartıcı bir suça iştirak edercesine. Vaziyeti toparlamama fırsat vermeden ‘’haddinizi aşmıyor musunuz?’’ sorusu kılcal damarlarıma dokunan sıcaklığı teğet geçerek delip geçmişti müstehcenliğimi. Kelimeleri ağzında gevelemeden pat diye yüzüme fırlatmasına sesimi çıkaramıyordum bile. ‘Haklı olabilirsiniz, lakin size bakarken hissettiklerim bunlar, aslında bu, sizinle değil, güzelliğinizle aramızdaki mesele. Bu da sizi ilgilendirmez’ demek istesem de diyemedim. Ya da buna benzer bir şeyler. Başka bir yöne, yolun kenarında park eden arabalara çevirdim gözlerimi. O da başka bir yöne çevirmişti başını zaten. Takriben on-on beş dakika hiç konuşmadan durduk. Daha fazla dayanamamış olacak ki ‘’deli misiniz siz’’ diye niçin sorduğunu anlamadığım bir soru yöneltti. Ya da niye bu kadar geç soruldu? ‘’Nasıl yani’’ diyebildim sadece tecahül-i arif sanatını icra ederek.
Aslında refleks sonucu ağzımdan çıkmıştı. Durmadı, devam etti o da. ‘’bilmem. boş ver ya da’’ dedi ve sustu. Öfkeden kudurmak üzereydim ben o, rujunu tazeliyordu. Dudaklarındaki rujun rengi bluzuyla ahenk içindeydi. Az önce yaşananları kenara iterek ‘’gider misiniz buradan’’ demesi durumun trajikomikliğini gösteriyordu ama. Deli olan kimdi, görünenin dışında? Kabul etmedim. ‘’peki sen bilirsin’’ der gibi aynı şekilde devam etti kaldığı yerden işine. Bitince de aynayı çantaya fırlattı. Sırtını döndü. Birileri tarafından duvara dayandırılmış aynaya çevirdi yüzünü. Gözlerine eyeliner çekmeye başladı bu sefer. Kaşları da belirgindi. Simsiyah. Baştan aşağıya süzmeye devam ediyordum. ‘’az yaklaş ve aynayı tut’’ deyince gene afalladım. Onlarca kurşunu göğsünden yemesine rağmen ölmeyen bir jön gibi. Kesinlikle dalga geçiyor olmalıydı benimle. Ya da müzeyyen bu durum gerçekten trajikomikti!
Sessizlik. Derin bir sessizlik. Araba sirenleri ve Qatar sendromu.