Ben şimdi anne mi oldum?

 

İlk defa bir yazı yazarken bu kadar çok heyecanlandım. Kafamdakileri, duygularımı anlatmak gerçekten çok zor… Parmaklarımın yavaş çalışmasının bir sebebi uykusuzluk, diğeri de kulağımın “ağladı mı” diye tetikte oluşu. Sandalyeye popomun ucuyla oturuyorum çünkü her an yerimden fırlamaya hazır füze gibiyim. Çünkü ben bir anneyim artık!

Şaka gibi. Ben anne oldum ya! Hala inanamıyorum. Evlilik, çocuk bana ne kadar uzak şeylerdi oysaki. Ama şimdi kucağımda minnak bir oğlum var. Ve artık onunla ilgili maceralarımı yazmamın zamanı geldi…

 

Hay aksi bir sorun oluştu!…

Hamile olduğumu ilk öğrendiğimde şoke olmuştum. Bu duruma verdiğim ilk tepki de “Bu yaz rakı içemeyecek miyim!” sözüydü. Bir kadın normalde hamile olduğunu öğrendiğinde çok sevinir, havalara uçar falan değil mi? Bendeki tepkiye bakın! Twitter ekranındaki “hay aksi bir sorun oluştu” cinsinden tepki yarattı bende hamilelik haberi.

Hayatımın şokunu hazmetmeye başlayınca artık hamilelik sendromuna “hoş geldin” demek icap etti doğal olarak. Hoplayıp zıplamalar, deli deli hareketler, arı sokmuşçasına koşturmacalar bitti. Daha sakin davranmaya çabaladım.

Sağlıklı beslenmek en önemli yaşam felsefem oldu. Allahtan her şeyi yiyen, yemek ayırt etmeyen biriyim de zorlanmadım çok şükür. Hatta hayatım boyunca yapamadığım sağlıklı kahvaltıları bu dönemde yaptım. Simit poğaça çay devri bitti yani.

Ama her gün tartının üzerine çıkıp “kaç kilo aldım acaba” paranoyası 9 ay sürdü. İlk aylarda gayet normal giderken, yedinci aydan sonra bedenimdeki değişikliğe ve hızla aldığım kilolara artık müdahale edemez oldum ve tartılma seansları 15 güne çıktı. 49 kilo ile başladığım hamilelik maceram 69 kiloyla son buldu.

Tamı tamına 20 kilo aldım! Naim Süleymanoğlu’nun dişi versiyonu gibiydim vallahi! Hatta ondan bile daha şişman duruyordum! Ellerim, kollarım, bacaklarım bana ait değillerdi sanki. Ronaldo vari bacaklarıma, varil gibi göbeğime, boksör gibi kollarıma giyecek bir şey bulmak ise tam bir işkenceydi.

Şu siyah taytı bulandan Allah razı olsun, o olmasaydı 9 ay boyunca ne giyerdik acaba? Gardıroptaki 34 beden kıyafetlerime gözü yaşlı bakmışlığım çoktur…

Hatta bir keresinde “ne giycem ben” çıldırmacısıyla işi inada bindirip, siyah mini eteğimi kamyon tekerleğine dönen kıçımdan geçirmeye çalışırken caartt diye yırtılıverdi canım yepisyeni etekçiğim! Böylelikle diğer kıyafetlerimi de ziyan zebil etmemek için XXL beden yeni kıyafetler almamın zamanı geldiğini kabullendim.

Kıyafet işi hadi bir derece kolaydı ama asıl sorun ayakkabı! 36 numara olan minnak ayaklarıma 43 numara erkek terliği bile olmadı desem? 13 pontluk rengârenk stilettolarımı her seferinde inatla ayağıma geçirmeye çalıştığım doğrudur! “Belki bugün ödemim inmiştir” diye beyhude çabaladım aylarca…

Çorap desen zaten hiç giyemedim, kavanoz dibi gibi olan ayak bileklerime ancak erkek çorabı olabildi!

Normalde çok üşüyen ben, hamilelikte yandım yandım kavruldum yeminle! Haziran ortalarına doğru içimdeki yün fanilayı ve yatağımdaki elektrikli battaniyeyi çıkartabilen titrek anemiklerden olan ben, hamileliğimin denk geldiği kış döneminde ip askılılarla dolaştım. Zavallı kombi koca kış boyunca minimumdan üstününü göremedi.

Yattığım yerden kalkmak! İşte o anlarımı videoya alsam kesin tıklanma rekoru kırardı. Şimdi bir kaplumbağa düşünün, şöyle en babasından heybetlice. O kaplumbağanın kabuğunun üstüne ters döndüğünü düşünün, hah işte ben! Birinin yardımı olmadan asla yataktan kalkamıyordum. “Ben bu haldeyken deprem falan olmasın maazallah” diye dua ediyordum.

Hamileliğin en güzel tarafı içindeki varlığın hareketlerini hissetmek. Onunla konuşunca tepki vermesi dünyanın en güzel ve tuhaf olayı. Gerçi ben bu noktada da yine gariplikler yaşadım, zaten yaşamasaydım şaşardım! Üçüncü ayda midemde ve barsaklarımda garip hareketlenmeler hissettim. Sanki gazım varmış gibiydi. “Üşüttüm herhalde” deyip gaz giderici ilaç içtim.

Bir hafta falan böyle ilaç içmeye devam ettim ben ama içimdeki hareketlenme geçeceğine daha da çok arttı. Rezene içtim, ayağıma iki çift çorap giydim, üşütmeye bağlıdır diye ne bulduysam denedim ama yok arkadaş barsaklarım kımıl kımıl oynuyor! Sonra doktora kontrole gittik, “artık bebeğin hareketlerini hissetmeye başlamış olmalısınız” dedi doktor ve ben o an ne halt yediğimi anladım!

Benim gaz sancısı sanıp habire ilaç içtiğim şey meğerse bebişin hareketleriymiş iyi mi! Ah benim salak kafam ya! Sonra aldı mı beni bir korku. Ya ilaç içtiğim için bir şey olsuysa diye kendimi yedim günlerce. Doktora da utana sıkıla söyledim böyle yaptım ben diye, adamcağız kibarlığından bir şey demedi ama içinden kesin “mal bu kadın” demiştir!

Ondan sonraki dönemde her kontrole gittiğimde ultrason cihazı en yakın arkadaşım oldu. Bebişin her hareketini görmek, iyi olduğunu bilmek, parmaklarını saymak, kafasını ayaklarını kollarını ölçtürmek, geçen sefere göre boyu ne kadar uzamış kaç gram kilo almış hesapları yapmak en temel meşgalem oldu. Hatta işi abartıp eve bir ultrason cihazı almayı bile düşündüm.

Kiloydu, ne giyeceğim derdiydi falan bir yere kadar halloluyor ama şu hamilelik duygusallığı ayrı bir dert vallahi! Normalde katır inadı olan ben, duygusallığın yanından bile geçmezken hamileyken salya sümük ağlıyordum her şeye. İnsan yerde gördüğü karıncaya ağlar mı ya? Ben ağladım işte! Vay efendim bu karınca ya yolunu kaybettiyse, onun bebeleri de bekliyorsa, omzunda cüssesinden kat be kat ağır yük taşıyor da…. Bildiğin karıncaya oturdum höykürerek ağladım!

Haa bir de en önemli sıkıntı “çatlağım oldu mu?” korkusuydu! Aynanın karşısında saatlerce orama burama bakıp, elimle vücudumu karışlayıp kontrol etmişliğim çoktur. Yok bilmem ne yağı, yok şunun sapı, yok bunun püskülü, şu krem bu yağ derken sabahtan akşama kadar güreşe hazır Kırkpınar pehlivanları gibi dolaştım evin içinde. Allaha çok şükür milim çatlak olmadı! Bu arada o kremlerin yağların hiçbir fonksiyonu yok, önemli olan genetik miras anacım!

İnsanın huyunu suyunu değiştiriyor bu hormonlar. Sen, senlikten çıkıyorsun içine başka biri giriyor yeminle. Normal zamanda kızacağın şeye kızmıyorsun, kızmayacağın şeye tepe tüyün kalkıyor, ağlamayacağın şeye ağlıyorsun. Garip bir durum yani, yarı delilik gibi bir şey işte… Delirmemek mümkün mü ayrıca, limondan karpuz çıkıyor kolay mı?!

 

Ay ben nasıl doğurcam bunu?!

Öyle böyle derken geçti gitti koskoca 9 ay. Ve zurnanın zırt dediği yer geldi çattı! Doğum zamanı gelince sakinliğimi korumaya çalışsam da başarılı olamıyordum. Ödüm kopuyordu çünkü. Eğer öyle bir seçenek varsa şayet, doğurmaktansa sonsuza kadar içimde tutabilirdim ben bu çocuğu! Ama tabii ki öyle bir seçenek yok, el mecbur doğuracaktım. Ama nasıl?

İşte bu noktada evren sesimi duydu da bana torpil geçti! Benim gibi her şeyi enteresan bir kadının çocuğu da enteresan olur yani! Bebişim de benim gibi inat olduğundan zaten 9 ay boyunca doğru düzgün yüzünü göstermemişti, şimdi de doğum zamanı gelmesine rağmen normal doğum pozisyonunu almadı. Kafası hala yukardaydı yani. Bu durumda normal doğum yapamayacağımdan mecburen sezaryen yapmak durumundaydım. Ama gel gör ki ben ondan da korkuyordum!

Genel anestezi ile uyuyup ya uyanamazsam, oksijen vermeyi unuturlar da ölür kalırsam masada, evladım ben ölürken doğarsa, doğar doğmaz anasız kalırsa, ya anesteziden ayılırken kusarsam, saçma sapan şeyler söyleyip küfür falan edersem rezil olursam tüm sülaleye!

Allahım bu ne bitmek tükenmek bilmeyen bir ikilem ya! Ay ben ne yapacağım şimdi? Nasıl doğuracağım bu çocuğu? Çok korkuyorum ya çok hem de…

Neyse ki tıp ilerlemiş anacım! “Belden aşağı uyuşturdular beni, hem acı hissetmedim hem de bebeğin doğuşunu gördüm” dedi bir arkadaşım, tamam dedim işte benim yöntem bu! Kontrol manyaklığı var ya bende, göreceğim bileceğim her şeyi ya, bu yöntem uydu bana. Zaten başka seçenek de yoktu!

Doğum yapacağım gün ölüyordum heyecandan. Daha doğrusu korkudan! Eğer izin verseler bir şişe viskiyi dikecektim kafama, o derece yani. İzin vermediler tabi!

Ben de heyecanımı yenmek için kendimce yöntemler geliştirdim, kuaföre gittim. Saç, makyaj, fön Allah ne verdiyse süslendim püslendim. Sanki doğuma değil de düğüne gidermiş gibi hazırlandım gittim hastaneye.

Yolda giderken de çantamdaki küçük not defterine vasiyetnamemi yazdım! Ölür kalırsam evladıma iki çift lafım olsun, anama babama kardeşime özür filan dileyeyim bari dedim.

Ölmedim çok şükür, o yazdıklarımı da kimseye vermedim. Sonradan millet okuyup da “ne salakmış bu” demesinler bari diye yırttım attım.

Vardık hastaneye, çıktık odaya. Hemşireler geldi, önce bir iğne yaptılar bana sonra ameliyat elbisesi giydirdiler. Sanırım sakinleştirici gibi bir şey yapmış olmalılar çünkü ben hafiften şehla olmaya başladım.

Üstümdeki elbiseyi çok beğenip, etek uçlarından tutarak laayy lay laay diye Polyanna gibi odada seke seke dolaşmaya başladım. Allahtan kardeşim hemen yetişti de topladı beni!

O kâğıttan bozma elbise vari şey bildiğin önlükmüş ve arkası yokmuş! Ben kıç baş açık halde sekip duruyormuşum ortada! Beni aldı mı bir gülme! Durduramıyorum kendimi ama, deli gibi gülüyorum her şeye. Sinirlerim gevşedi iyice.

Sonra bir anda odaya bir sürü görevli geldi, dediler “vakit tamam gidiyoruz”! Haydi Abbas vakit tamam!… “Ahan daaa sıçtık!” dedim!

Yattığım yatakla odadan çıkarttılar, asansöre doğru götürdüler. O ana kadar gülen kıkırdayan ben, asansöre bindiğim anda ağlamaya başladım. Zangır zangır titriyorum korkudan!

Ameliyathaneden önce hasta bekleme odası gibi bir yere aldılar beni. Bir ara baktım ki yalnızım, kimse yok etrafta, yataktan inip kaçmaya çalıştım. Sonradan aklıma geldi ki benim arkam açık! Bu halde de kaçılmaz ki!

Girdik ameliyathaneye, beni cenin pozisyonunda oturtup omuriliğimden iğne yaptılar. O anda bildiğim ne kadar dua varsa, kuantum evren melekler çakra geçmiş şifası bilumum enerjileri yolladım kendime. Hatta Kunut Duasını yarısına kadar hatırlayan ben, o anda şakır şakır okudum valla!

Öküzü bile bayıltan cinsten yaptıkları iğneye rağmen korkudan ve heyecandan “ben uyuşmadım” diye yıktım ortalığı. “Ayaklarını oynat bakalım” diyince doktor bir halt edemediğimi fark ettim. Bildiğin felç olmuştum ya! Bacaklarım ayaklarım yoktular! Hissetmiyordum hiçbir şey…

Üzerimdeki önlükten bozma elbiseyi caartt diye yırttılar ve etek ucundan tutup kaldırarak baş hizamda paravan vari bir şekilde örttüler. Aman Allahım bütün vücudum anadan üryan halde masada mı yatıyor şimdi?!!!

Bildiğin hamamda göbek taşına yatmış gibi hissediyorum kendimi! Ama orada bile üstünde peştamal olur insanın! Çırılçıplağım ya bildiğin çıplak halde yatıyorum orada! Tamam anladık bacaklarımı hissetmiyor olabilirim ama şuurum açık yani, görüyorum her şeyi!

Bunu bana hiç kimse söylememişti, böyle Hacı Şakir kalıp sabunu gibi yatacaksın 10 kişinin önünde dememişti kimse! Çok utanıyorum ya! Allah vere de gözümden kaçan kılım tüyüm kalmamış olsa bari!

Aman neyse ne ya, şimdi beni canlı canlı kesecekler ama benim düşündüğüm şeye bak! Hem doktora ayıp olmaz derler değil mi?

“Evet başlıyoruz” dediklerinde içime bir serinlik geldi, gözlerimde karartı oluştu. “Aha ölüyorum işte! Münker ve Nekir melekleri şimdi gelecek, sıçtın kızım” dedim. Hâlbuki tansiyonum düşmüş sadece!

Hayatım film şeridi gibi gözümün önünden akacak diye beklerken ben vııyaakkk vıyaakkk diye bir ses geldi!

Maviş gözlü ponçik bakışlı sarı pipili bir oğlancık getirdiler yanıma… O bana baktı, ben ona… O ağladı, ben ağladım… Öptüm yanağından usulca…

Bu benim mi şimdi? Ben anne mi oldum şimdi?…

 

Devamı gelecek…

Benim minnak oğluşumla ilk tanışmamız ve sonrasında yaşadıklarımı okumanız için azcık sabır 🙂 Fotoğrafta şimdilik sadece onun bezelye parmaklarını gösterebiliyorum 🙂

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Son Yazılar

Kendime ait blog sayfamda yaşadığım olayları, Zoi Mou mahlası ile mizahi pencereden aktarıyorum. Çocukluğumdan beri tuttuğum günlüğümdeki olayları, yaşanmışlıkları ve tecrübelerimi, aile ilişkilerimi mizahi dille aktarmaya çalışıyorum. Güldürürken düşündürmek misyonu ile samimi ve akıcı anlatım tarzım olduğunu düşünüyorum. Hikayelerimde "Ailenizin kızı" ve hafif "saf" bir karakter çizmeye çalışıyorum. Okuyucuların keyif alması ve eğlenmesi en temel amacım.