Kadim Bir Masal: Mecid Mecidi Sineması

Birinci Bab

Çok uzun zaman evvel, bizim köye gidip uzunca bir süre kalmıştık orada. Hiç istememe rağmen hem de; çünkü ben, okula gidiyordum ve bu yüzden ayrılmak istemiyordum derslerimden (dersler bahaneydi). Büyükler öyle münasip görmüştü ille de gidilecekti ama. Gerçek buydu, gerisi yalnızca ayrıntı. Hem direnmek, Fırat’ı kana bulayan krala beddua etmek kadar fuzuliydi. Her zaman olduğu gibi. Tarih bunu fısıldamıştı sanki bize. Zira benim istememe gibi bir hakkım da yoktu o vakitler. Demokrasi yalnızca ebeveynler içindi çünkü. Çocuklar dahil değildi buna. Dolayısıyla geçmiş zamanla başlamak istedim yazıma. Böylece geleceği daha iyi tahlil etme fırsatı yakalamış oluruz.

Yaşadığım onca yaşanmışlığa rağmen, çoğunu hatırlayamamanın derin sancısı içindeyim. Hayatın bana verdiği paslı bir cezaysıymış gibi gelir bana. Zamanın naftaline bulanmış terbiyesiz acımasızlığı veya. Hatırladığım birkaç yaşanmışlığı görmezden gelemem yine de. Gücümüz buna yetiyor şimdilik. Yerli yersiz bir şekilde çıkıveriyor karşımıza. Bense müzmin bir hayalperest gibi dalar giderim duvarlara baka baka. Uzak olduğu kadar bir o kadar yakın olan hayallerimize. Hayaller ve gerçekler veya duvarlar gibi:

Ne güzel söylemiş İsmet Özel:

Bunu söyle ve fakat şunu da sor
Yusuf’un masalı neden Yusuf’la başlamıyor?

Bu kelimeler asılı beklesin bizi burada.

Fi tarihinde bizim köyde, hemen hemen her evde tüplü televizyon bulunurdu. Bu evlerden sadece birkaçında kesintisiz, naklen seyredilebiliyordu ama. Bunlar da çanak anteni olan seçkin evlerdi zaten. Televizyonlu ama çanak antenden yoksun evlerden (vizontele) biri de bizimkiydi; fakat bizde kesintisiz çeken Arap kanalları vardı. Çok zordu bunu anlamak o yaşlarda tabii. Hatta, çocukluğumuzun vazgeçilmez kahramanı olan Temel Reis’i, Kabasakal’la arapça konuşurken izlemek, epey fantastik bir durumdu bizim için. Şu an bile hatırlayınca bir tebessüm belirdi çirkin suratımda. Bir süre sonra, Arapça birkaç kelime öğrendiğimi, peyderpey cümle kurduğumu da söyleyebilirim, en azından öyle zannederdim. Fakat bir şey eksik gibiydi. Neden bizim çanak antenimiz yoktu da hemen yanı başımızdaki komşumuzun vardı?

Ehliyeti olup, arabası olmayan masum kentliler gibiydi hayatımız.

Neden sadece biz, Arap kanallarını izlerdik ki? O günler bu devlet meselesini( çok mu abarttım ne) büyüklerime soracak kadar akıl edememiştim maalesef. Daha sonraki yıllarda da çekindim ve yine soramadım. Bazı akşamlar, çok haset etmemize rağmen yan komşumuza gidip Türkçe yayın yapan kanalları izlemenin hazzını yaşardık. İşte tam burada, Murathan Mungan’ın o çok sevdiğim mottosu göz kırpıyor bize:

‘’Yitirilmiş anlar, zaman ile ölüm arasında en kısa yoldur. Elbette adını böyle koyamayız o yaşlarda ama, bunu bir duygu olarak, bir önsezi olarak derinlemesine yaşarız’’.

Aslında size yaşadığım anları anlatmak değildi niyetim, kaldı ki geçmiş yaşantıları yad ederek ajite edecek de değilim kelimelerimin yırtık astarıyla. Sadece biraz sonra üzerinde duracağım konunun, yani sinemanın hayatıma nasıl işlediğini belirtmek içindi bu anlattıklarım. Benim için televizyon, daha çok bir sinemaydı çünkü o zamanlar.

Günah bizim. Suç da bizim.

O halde, sabrınızı daha fazla zorlamadan, asıl konumuza geçmek istiyorum:

İran sineması, denince akla ilk gelen isimlerden biri de şüphesiz, yönetmen Mecid Mecidi’dir.

Yaşadığı ülkenin kadim kültürünü beyaz perdeye yansıtan bu yönetmen, özellikle de çocukların gözleriyle hayata bakarak ‘’toplumsal gerçekliğinin’’ kalbinden vurmuştur. Hepimizin yakından tanıdığı ve Çirkin Kral olarak bildiğimiz Yılmaz Güney’in sinemasını hatırlattığını da eklemek gerekir. Güney’in Umut (1970) ve Baba (1971) filmleri de bunun delilidir. Zira yönetmenle yapılan bir röportajda, bizzat kendisi Güney (sinemasına)’e olan büyük hayranlığını dile getirmiştir.

Mecidi’nin sineması nev-i şahsına münhasır özelikleriyle farklılığını ortaya koymuştur ama. O yüzden hem Türkiye’de olsun hem dışarıda olsun adından hep söz ettirmeyi başarmıştır. O kadar ki bir şiirden fırlayan metafor gibi böğrünüzü deler geçer. Kesinlikle, seyirci şurada-burada hüngür hüngür ağlasın, diye çok ucuz dokunuşlardan bağımsız bir vaziyette ifa eder. Böyle pejmürde bir ihtimalinin olamayacağını söylemekte de hiçbir beis yoktur. Fakat söylenmesi gereken en önemli şeylerden biri sanırım filmlerindeki hikâyelerin ön planda olmasıdır. Bilahâre estetik gelir diye düşünüyorum.

Bu ikisini öyle bir harmanlar ki, birbirini tamamlayan iki sıcak renk gibi yüreğinizi kamaştırır. Zaman zaman sinematografik karelerle de karşınıza çıkarak, gözlerinizi ovmanıza olanak tanır. Anlattığı hikâyelerinin neden bu denli güçlü olduğuna gelince de; kadim fars şiiri‘nin üzerinde kurulmuş olmasıdır şüphesiz. Fars şiirinin/şairlerinin ne derece derin bir etki yarattığı hepimizce malûm ve bu etkiden Türk şiiri de nasibini almıştır; ama asıl üzerinde durulması gereken bizim için yönetmenin hakikati anlattığı o masalsı hikâyeleridir. Gerisi, sadece Kırmızı Başlıklı Kız’ının sepetindeki ayrıntılardır.

Anlattığı hikâyelerle seyirciyi mest eden mezkûr yönetmeni hakkıyla anlatmak çok güç gerçekten. O yüzden arzu ederseniz, Murathan Mungan’a kulağımızı verelim; çünkü beni bu durumdan ancak o kurtarır:

“Sinema neden aşk haline gelir biliyor musun?” dedi adam, “Çünkü o da tıpkı aşk gibi, insan gözünün bir aldanışı üzerine kurulmuştur. Hayal olduğunu bildiğin perdeye inanırsın bütün kalbinle…İnsan öncelikle bir aldanışa âşık olur,sonra o aldanıştan bir hakikat yapmaya çalışır hayatına… Bazı filmler çabuk biter.’’
(Kibrit Çöpleri).

Bu kelimelerin gölgesinde dinlenirken, mazinin kandilsiz sokaklarında uzun bir seyahate çıkmam gerektiğini anladım. Hiç vakit kaybeden beni ne beklediğini bilemediğim o kadim yolculuğa hızlı adımlarla yol almak istiyorum…

not:
Resim:http://www.egeninsesi.com/system/news/images/000/086/632/main/86632.jpg

Son Yazılar

Harun Aktaş Yazar:

''Toparlanın gitmiyoruz''