Okul Zili

Geçen sabah kulağımda bir müzikle uyandım. Delinin teki sabahın köründe son ses Ahmet Kaya çalıyor sandım önce. Bir hışımla doğruldum yatakta, kulak kabarttım gelen sese: “Yürü, hâlâ ne diye oyunda oynaştasın? Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!”

Eyvah dedim, kesin darbe oldu! Yok ya, bu Hasan Mutlucan’ın sesine de hiç benzemiyor ki! Biraz daha dinledim, çalan ilahi tarzında bir şey. Uyku semesi kalktım cama çıktım, dinledim iyice. Meğerse bu müzik yan sokaktaki okulun ziliymiş!

Okul dönemi benim için “bitse de gitsek!” modu olmuştur. “İyi ki bizim zamanımızda böyle okul zili yoktu” dedim içimden. Biz şanslı nesildik bence, en azında Mozart çalıyordu zilimizde. Şimdi de bacak kadar çocukları “Kızım sen de Fatih’ler doğuracak yaştasın!” diyen marşlarla derse sokuyorlar!

Uykumu alamadan uyanmanın verdiği sinirle çay demleyeyim de kendime geleyim dedim. Kahvaltıyı hazırlarken duygusallaştım çok fena. Çünkü benim çocukluk yıllarıma dair en büyük özlemim, kahvaltıda sıcak çay içmekti. Evet, sadece sıcak çay!

 

Sıcak çay…

Annem çalışan bir kadındı. Sabah işe giderken kahvaltıyı hazırlar, çaydanlığı ocaktan alıp masanın üstüne koyardı. Bıdık kadar boyumuzla mutfak tezgâhına yetişemiyorduk çünkü. Oradan alırken üstümüze dökmeyelim diye düşünürdü. Biz kalkıp kahvaltı yapıncaya kadar da o çay soğurdu.

Çoğu zaman evde soğuk çayla kahvaltı yapmak yerine, okulda kahvaltı yapardım. Kahvaltı dediysem de öyle gözünüzde büyütmeyin! Bizim zamanımızda okul kantininde sadece simit ve ayran vardı. Çok sonraları tost girdi kantine. Hamburgerle cipsle falan hiç müşerref olmayan nesiliz biz. Bence de en iyisiydi zaten, sıkıntı yok!

Neyse, bizim arkadaşlarla kahvaltımız okulun tam karşısındaki fırından taze çıkan, dumanı üstünde ekmek yemekti. El dayanmazdı sıcaklığına. Ekmeği memesinin ucundan zar zor tutup elimizle bölerdik. Külah yaptığımız gazete kâğıdının içinde evden getirdiğimiz bazen tuz, bazen toz şekeri sıcak ekmeğin içine serpip yerdik. Onun tadı hiçbir şeyde yok valla…

 

Pak fırın…

Fırından aldığımız ekmeğin içinden bir gün çuval ipi çıktı. Evet, bildiğin çuval ipi! Gittik fırına, dedik “bu ip ne? ip çıktı ekmekten” dedik, burma bıyıklı fırıncı bizi kovdu! Ertesi gün de taş çıktı ekmekten iyi mi! Ya arkadaş zaten gariban çocuklarız, bir ekmeği üç kişi bölüşüyoruz on dakikalık teneffüste ve üstelik de en büyük zevkimiz o sıcak ekmeği yemekken neden böyle pislik yapıyorsunuz? Sinir olduk haliyle. Ve çocuğuz diye fırıncının bizi dinlememesine, üstelik de küfür ederek kovmasına acayip gıcık olduk. “Ekmekten çıkan bu iple taşı Uğur Dündar’a göndercemm görücen sen gününü ayııı!” diye bağırdım kıllı fırıncıya!

Yaş sekiz, boy zaten mercimek tanesi gibi ama ben bildiğin Kalemiti Ceyn! Ruhum isyankâr yapacak bir şey yok! Haksızlığa gelemiyorum işte! O zamanlar öyle şikâyet etmek, belediye kapısına gitmek falan da yoktu. Ben taktım ama kafayı, bulacağım bir çaresini ve dersini vereceğim o herifin.

Arkadaşlarla düşündük, plan yaptık ve harekete geçtik! Elimde kalın bir mendil, ankesörlü telefon kulübesine gittik. Çevirdim fırının telefonunu, ahizeye de mendili yerleştirdim ki sesim kalın çıksın!

Aloooğğ!”

“İyi günler. Pak Fırın mı?”

“Buyur bacım hee!”

“Ben Uğur Dündar’ın Baş Asistanı Süheyla. Hakkınızda şikâyet var. Ekmeklerinizde taş çıkıyormuş. Hijyen kurallarına dikkat etmeden üretim yapıyormuşsunuz. Siz utanmıyor musunuz milletin sağlığıyla oynamaya? Sus konuşma! Cevap verme bana! Kim bilir ne pislik var o dükkânda ha! Fareler cirit atıyordur orada! Allah kahretsin sizi utanmazlar! Uğur Bey ve ekibi bugün size baskına gelecek! Rezil olacaksınız tüm Türkiye’ye”

 

Süheyla da kim?

Çat diye kapattım telefonu. Elim ayağım zangır zangır titriyor ama. Hayatımda ilk defa sahtekarlık yapıyorum kolay değil! Bendeki cesarete bak ya! Gerçi bu adam bunu hak etmişti ama olsun… Süheyla da kim ayrıca? Aman neyse..

Bitirim arkadaşlar ekibi olarak olay mahallinde yerimizi aldık. Okulun yanındaki banka oturup, elimize çekirdekler alıp fırıncıyı izlemeye başladık. Adam resmen yemiş! Valla billa yemiş bizim telefon şakasını!

Fırında bir hareket bir telâşe ama görmeniz lazım!  İçeriden habire çuvallar çıkarttılar. Çuvallar, kasalar, tenekeler… Köpüklü sularla yıkadılar fırını, tüm sokak köpük oldu. Fırının camlarını sildiler. Biz banktan bunları gülerek izliyoruz o sırada. En son binanın dış duvarlarını yıkıyorlardı, o sırada ders zili çaldı sınıfa girdik.

Derste gülmekten ve meraktan duramadık. Dışarıda ne oluyor acaba diye fısır fısır aramızda konuşurken de öğretmenden fırça yedik tabii! Zil çalar çalmaz hemen fırına koştuk…

Fırındaki bütün adamlar sinekkaydı traş olmuşlar. Hepsinin elinde eldiven, başlarında bone, ağızlarında maske! Hatta biri bonenin üstüne maske takmış kafaya! Tezgâh pırıl pırıl parlıyor! İçeriden buram buram klorak kokusu geliyor bir de… Gülmekten ekmeği zor aldık ve kaçtık. “Bu salaklar Uğur Dündar’ın korkusundan şimdi de çamaşır suyu yüzünden zehirleyecekler milleti” diye günlerce güldük.

Gel zaman git zaman, yıllar geçti ben bir gün iş görüşmesi için İstanbul’a geldim. Görüşmenin yapılacağı otele girdim, asansöre yöneldim. Kapı açıldı, daaadaannnn!!! Uğur Dündar çıktı asansörden! Ben şok! Taş gibi kaldım orda! Gözümün içine baksın mavi mavi de ben bir merhaba diyeyim diye içim gitti. Nerden görsün beni o dev gibi adam, zaten yanında birileri vardı, çekti gitti. Ben çıktım görüşmenin yapılacağı kata. Ama aklım hala aşağıda. Aradan on dakika falan geçti, ortamın elektriği de sarmadı beni. “Aman iş yine bulunur ama Uğur Dündar’la bir daha karşılaşılmaz!” diye düşündüm ve “benim acil çıkmam lazım kusura bakmayın” dedim, çıktım görüşmeden. Paldır küldür indim aşağıya, belki lobide falan görürüm diye ama maalesef çoktan gitmiş…

Göremedim diye çok üzülmüştüm o gün. Bir merhaba demek ve çocukluğuma dair bu saçma sapan olayı anlatmak istemiştim sadece. Çünkü o bizim çocukluğumuzun kahramanıydı. Kanlı canlı görünce çok heyecanlanmıştım. İşi de kaçırdım iyi mi!

Olsun.. Allah büyük, belki bir gün karşılaşma ve anlatma fırsatım olur…

 

Yazıda kullanılan görselin kaynağı: https://pixabay.com

 

 

 

Son Yazılar

Kendime ait blog sayfamda yaşadığım olayları, Zoi Mou mahlası ile mizahi pencereden aktarıyorum. Çocukluğumdan beri tuttuğum günlüğümdeki olayları, yaşanmışlıkları ve tecrübelerimi, aile ilişkilerimi mizahi dille aktarmaya çalışıyorum. Güldürürken düşündürmek misyonu ile samimi ve akıcı anlatım tarzım olduğunu düşünüyorum. Hikayelerimde "Ailenizin kızı" ve hafif "saf" bir karakter çizmeye çalışıyorum. Okuyucuların keyif alması ve eğlenmesi en temel amacım.