600 vuruş ile anlatacak olursak, Türkiye ve darbeler tarihi aşağı yukarı şöyledir;
Kurulduğu günden beri, köken aldığı İslam’ı ve müslüman geleneğini hiç terk etmeyen ancak yüzü hep batıya bakan ve devlet geleneğinin çoğunu tarihten sildiği Bizans’tan alan Osmanlı, 18. ve 19. yüzyılın gerçeklerine uyum sağlayamayınca, kuvvetli ve derin kökleri sayesinde ancak 20. yüzyılın başlarında yıkıldı.
Ekonomisi savaş ganimetine dayalı bu devlet, kapitalizmin üretim dinamiklerini anlayamamıştı. Ne devlet düzeni, ne üretim yapısı modern dünyaya uyum sağlayamıyordu. 1. Dünya savaşı yıkılmasına sadece bir bahane oldu.
Yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın içindeki son bir gayret modernleşme çabalarının ordudaki yansıması olan yeni tarz okullarda yetişmiş bir subayın öncülüğünde kuruldu.
Dünyada milliyetçilik akımlarının moda olduğu çağda, ülkenin kurucu lideri, ülkesini geleneksel dini – cemaat örüntüsünden milliyetçi- vatandaş-cemiyet örüntüsüne taşımayı amaçladı. Bu model, o zamanki ülkenin, %10’unu oluşturan kentsel nüfus üzerinde etkili oldu ise de, %90’ını oluşturan kırsal nüfus üzerinde etkili olmadı.
Ta ki, 1950’den sonra başlayan kırdan kente göç hareketine kadar.
Avrupa ülkeleri büyük çoğunlukla, 1. Dünya Savaşı ile 2. Dünya Savaşı arasında faşist yönetimlerce idare ediliyorlardı. Portekiz’de Salazar, İspanya’da Franco, İtalya’da Mussolini, Almanya’da Hitler yeni ve yükseliş içindeki rejimlerin temsilcisiydi. ABD – İngiltere – Fransa ittifakı ile faşist cephe arasındaki gerginlik her dakika yoğunlaşıyordu. Bu ortamda Türkiye Cumhuriyeti, hala köklerinin etkisi altındaydı. Modernleşme çabasında ise faşist yönetimlere meyilli ancak idealinde demokrasi cephesi olan garip bir pozisyonda debeleniyordu.
Dünyada 1. Dünya Savaşı ile 2. Dünya Savaşı arasındaki kaos dönemi kapandığında, Türkiye’de de kapalı bir rejimden açık bir rejime geçme çabaları yüz göstermeye başladı. Ancak Osmanlı’dan devir alınan mutlak devlet anlayışından esinlenen, 1950’ye kadar Türkiye Cumhuriyetinin devletinin temel organizasyon yapısı olan ordu egemenliği öylesine kalıplaşmıştı ki, 1950’den itibaren tam bir sivil yönetim modeline geçmek için 50 yıllık bir mücadele döneminin geçmesi gerekti.
Bu 50 yılda ordu başlarda sık, giderek seyrekleşen müdahalelerde bulundu. Bu müdahalelerin tamamı, sivillerin ülke yönetecek seviye ve dirayette olmadıklarına yönelik bir kuşkulara dayanıyordu. Ve her bir darbenin kendi dinamikleri vardı;
1960 darbesi, kentleşme eğilimleri yavaş yavaş artan, köyden kente göçün ivme almaya başladığı ülkede, kentle uzlaşmaya çalışan toplumun, geleneksel kodlarına yönelik arayışlarına karşı yapıldı. Demokrat parti, Cumhuriyetin temel ilkelerine hedef almakla suçlandı. 1950’ye kadar yerine oturduğu düşünülen düzen, toplumun çoğunluğunu oluşturan kırsal nüfusun kente taşınmaya başlaması ile sorgulanmaya başlanmıştı. Ve daha da esas olan, kente gelen nüfusun, kentli %10’un bölüştüğü pastadan pay istemeye başlamasıydı. Bu talebe %10’un cevabı darbe oldu.
1960 ile 1990 arasında toplumsal düzen kavgası, kendi iç dinamiklerinden değil dış dinamiklerden beslendi. Bu 30 yılda “rejimin sahibi modern ordu mu, yoksa gelenekselci toplum mu?” tartışması ikinci planda kaldı. Çünkü tüm dünyada soğuk savaş başlamış ve ideolojiler kavgası ön plana çıkmıştı. Türkiye’de de kentli azınlığın okumuş gençleri ile kırdan göç etmiş ve geleneklerine tutunan gençleri, kavgalarını ideolojik zemin üzerinden yürüttüler.
1971 ve 1980 darbesi, bu kavganın ateşlendiği dönemlerde, gerçek patronu hatırlatmak üzere devreye alındı. Ve her iki darbede de, 1960 darbesinin hedef aldığı toplumsal kesim, gelenekselciler, muhafazakarlar, darbeden taraf bir pozisyonda yer aldılar.
1990 yılından itibaren, soğuk savaşın sona ermesi ile, 1960’dan sonra gündemden çıkan, ülkenin sahibi kim kavgası yeniden alevlendi. 1994’de Refah Partisi’nin yerel iktidarları kazanması, 1996 Refah-Yol Hükümeti ile, ordu ve gelenekselci toplum arasındaki gerilim yükselmeye başladı. Bunun sonucunda da 28 Şubat 1997 post modern darbesi gündeme geldi.
AK Partinin, 2002’deki iktidarı ile ordu içinde başlayan ve 2010 yılı referandumuna kadar süren gerginlik, darbe olmasa da, 1950’daki Demokrat parti iktidarı ile başlayan gerginliğin devamı niteliğindeydi. 2010 yılındaki referandum ile Türkiye’de ordunun vesayeti döneminin kapandığı, iktidar koltuğunun tamamı ile sivillere ait olduğu kabul edilmeye başlandı. Bu dönemin darbeler döneminin sonu olduğu da genel bir kabul gördü.
Ancak 15 Temmuz 2016 darbe girişimi hemen hemen herkesi şaşırttı. Fakat bunun 1960’dan başlayan darbe geleneğinden farklı olduğu da açıktı. Bu darbeyi incelemeyi gelecek yazıya bırakalım….