Hayır yanılmıyorum. Yanılmam için bütün deliller elde olsa da. Sebebi sorulmadığı sürece hissettiğim herhangi bir kuşku da yok damarlarımda gezinen. O zaman sorun ne? Dağılabiliriz. Fakat durmalı biraz. Düşünmeli. Sebepler kuşku doğurmaktan başka bir halta yaramıyor nasılsa. Velev ki bilmiyorum sebebini. Bilmediğim şeyleri abartarak da övebilirim sizlere. Ya da sızılı bir delilikten bahsedebilirim.
Delilik ve diğer bulaşıcı şeyler…
Deliliğin bulaşıcı olabilme ihtimali yüksek. Yolda giderken veya hiçbir şey yapmazken düşünürüm ekseriyetle. Bunu söylüyorum ve fakat şunu soruyorum: Godot niçin gelmedi? Beyin hücrelerimiz bu soruyla hasbihal ederken ‘’Bir delinin hatıra defteri’’ne göz kırpalım istiyorum. Asıl hücreler ile soğan hücreleri niye ayrı ve bir soğan hücresinden niye bu kadar medet umuyoruz? Bu da bildiğim şeyler arasında. Bazı hatıralar bir yere kadar bizi, sonrası sadece beni ilgilendirir.
Bir tiyatro sahnesinde izlediğimi hatırlıyorum mezkur oyunu. Ama kimin oynadığı pek umurumda değil açıkçası. Kalıcı bir iz bırakmadığı için de olabilir. Pejmürde bir oyunculuğa karşı amansız bir tavırdan ibaret de olabilir bu nobranlığımın altındaki gerçeklik. Dediğim gibi sebepsiz asla düşünemeyiz Godot’yu. Her şeyi zapturapt altına alabiliriz; ama onu asla. Bu duruşum şimdilik kesinlik içermiyor. İyi şeyler her zaman hatırlanmayabilir zira. Hafıza bu kadar cömert davranmaz bize. Bizim olan şey bir başkasının da olabilir. Asıl gerçek buysa, gerçek ne?
Beni hatırlamayı es geçemezsiniz!
İyi huylu şeylere inancım tam olsa da yazdıklarım saçma! Hiç vakit kaybetmeden okumaktan vazgeçebilir ve beni tek başıma bırakabilirsiniz. Godot’nun ruhu cehenneme!.. Benim daha da saçmalayacağım kaçınılmaz bir vaka olabilir. Merak buyurmayın suratımı tırnaklayacak değilim bu ahval ve şerait yüzünden. Anlaşılmak istiyorum sadece. Endişeliyim memleketin gidişinden; fakat bundan bana ne. Diyemiyorum. Endişeliyim işte, ya hiç gelmezse Godot?
Size nasıl güvenebilirim?
Sebat etme yoksunu olduğumuzu unutmamak bizim asli vazifemiz. Fıtrat denen bir şey var nihayetinde insanın heybesinde. İnsan. Çok affedersiniz bayım haddimi aşmak istemezdim, lakin söyleyebileceğim kelime bu. Kelimelere takıntım yüksek ateşli bir hat gibi kızgın. Adı üstünde, kelime.
İnsan ve kelime.
Söz vardı önce. Sonra dil. Kelimeler. Bunu söyleyen de ben değilim, kelimeler. Kelimelerin insan üzerindeki etkisinin ağırlığı derinlik kadar sadedir. Kelimelere de kırılmayacağımıza göre…Ne diye tedirgin oluyoruz ki. Geçelim bunları.
Nerede kalmıştık?
Arzu ederseniz bu hatıra defterini başka bir güne erteleyelim. Herkes hemfikirse eğer yeni konuya geçiyorum…Ses çıkmadığına göre herkes kabul ediyor olmalı. Ben gayet sakinim. Demokrasi de olur böyle vakalar. Aşırı sataşmalar ve azılı kavgalar kaçınılmaz. Kendimizi toparlamayı es geçmeyelim yeter. Edebiyat bir yerde bulur bizi çünkü. Godot kadar hayırsız değil zira. Edebiyat her daim hayatımızda olmalı. Ana gibi.
Teokrasi ve demokrasi.
Çift yumurta ikizleri kadar benzerlik taşırlar kanlarında. Büyüdükçe farklılaşırlar. Bağırdıkça yavanlaşırlar. İşimize geleniyle alakadar oluruz biz de. Böyle avuturuz kendimizi. Anamız kan ağlamış umuruzda bile olmaz. Menfaat oratoryosu eşliğinde kına yakar dururuz. Hepimiz suçluyuz nihayetinde. Kabahatler kanunu vız gelir.
Diyorum ve Yeraltından Notlar’daki beni huzursuz eden şu pasajı paylaşıyorum:
Keşke sadece tembellik yüzünden hiçbir şey yapmasaydım. Tanrım, o zaman kendime ne büyük saygı duyardım…