Tanımadığım onca insanın içinde bir sonraki durakta inecek olmanın mahcubiyetiyle kapıya doğru yanaştım. Olması gerektiği gibi henüz üne kavuşmayan sıradan bir gün. Kadınların saçlarını süzüyordum elimden geldiğince. Birilerinin bana bakmaya bile tenezzül etmemesine hem şaşırıyor hem de gülüyordum. Kimsenin ölmek gibi bir niyeti olmadığından da emindim. Bu kadar dinginlik bize çok görülebilirdi bazı yaratıklar tarafından. Ama acelemiz var. Tramvay durdu ve indim. Kafamın içi dağınık. Aslında bu kelimelerin ağırlığını taşımak zorunda değilim. Önceki günlerden bir hayli kırışıktı sanki ses tonum. Tek başıma inmiş olmam sakinliğimi kızıştırıyordu. Beklentiyi yüksek tutmamalıydım belki de. Yoluma devam ettim. Randevum vardı ve ben gecikiyordum.
Sabahın erken saatlerine pek fazla bir şey kalmamıştı. Bitti bitecek. Gözlerim uykuyla cebelleşiyordu. Duvarların beyni olmaması ne güzel diyordum. Dışarıdaki soluk bir karanlık bu defa erotik resimler çağrıştırıyordu bana. Sinemaya gidiyorum, salonda çiftler. Tuvaletin kapısında sevgililerini bekleyen erkekler. Telefona cevap vermiyorum. Kendimi hazır hissetmediğime inandırıyorum kendimi.
Yüzüm kızarıyor can sıkıntısından. Sonunda sinema gişesinin önünde buluyorum ayaklarımı. Bir bilet: The Great Wall:
Görevliyle bakışıyoruz. Görevli kadın fırsat ürünlerini sayıyor. Ağzına kadar patlamış mısır dolu bir kova ve bir kutu kola. Kampanya buna derler işte. Filme geç kaldım deyip hızlıca uzaklaştım oradan. Filmin başlamasına 40 dakika vardı oysa. Bir kadına yalan söylemenin hazzını derhal kesmeliydim. Bir şeyler yapmalıydım. Elim telefonda, kimseyi arayamamanın yalnızlığı ağır geliyordu bünyeme bu defa. Etrafta karşılıklı içilen kahveler, yan yana yenilen yemekler, umarsızca öpüşen sevgililerin üzerinde geziniyordu gözlerim. Salona giriyorum. Bir elin parmak sayısını geçmeyen seyircilere selam vermeden yerime geçtim. En arkada bir yerde. Umursamıyorum hiç kimseyi. Kendimi toparlıyorum, çünkü film başlıyordu. Onca film arasında neden bu diyordum. Zaman ilerledikçe sorduğum soruların cevapları etrafımı sarıyordu. Acayip yaratıklar Çin Seddi’nin etrafını sarıyordu.
Çin ve efsane. Batılıların, Matt Damon ve Pedro Pascal doğunun zenginliklerini ele geçirmek için geldiklerini görmezden geliyordum şimdilik. Ortadoğu aklıma geliyor. Afrika dahi mi bilmiyorum: Coğrafi keşifler ve Amerika. Türkler neden yok diyor öndeki bir seyirci. Çin Seddi uzaydan görünüyor mu gerçekten? Yaratıkların fazla zeki olduğunu ağzından kaçırıyor kumandan. Her şey olabildiğince insanî ve aklımda tarihi kırıntılar. Filmin zamanla bir alıp veremediği var diyorum. Tarihi bir filmden öte bir efsaneydi. Bırak bunları keyfini çıkarmalısın diyorum olmuyor. Yönetmen Yimou Zhang’ın bizzat kendisi altını çizdiğini öğrenince bu efsanenin kendimi salıyorum uçurumdan. Gerisi bizler için teferruat. Ne derler: Çin sinemasının en pahalı filmi. İyi de olmuş mu bu be adam, biz ona bakarız.
(Çalgı Çengi İkimiz’e de çok pahalı, çok komik dediler, gittik gördük. Sonuç: Sükut-u hayal)
Filmden çıkınca aç olduğumu hatırladım. Fakat bir an önce gitmem gerektiğinin de farkındaydım. Dışarı fırladım, gökyüzü uğulduyordu. Metro hemen yürüme mesafesindeydi Boney M dinliyordum yürürken. İyi ki var bu grup. Kalabalığın arasından geçerken, telefonumu düşürdüm. Eve gitmek istemeyen garip bir halim vardı. Gözlerimde tanımadığım hırsın kızgınlığıyla sola döndüm. Sol elimde akşam silmeyi unuttuğum kırmızı kalemin çizikleri… Böylece düşünecek ve hissedecek birer bahanem oluyordu elimde. Adım attıkça birilerini geride bırakıyordum. Artık ne kimseye çarpıyor ne de elimin tersini vurabiliyordum. Korku denen şey çekip gitmişti damarlarımdan. Nereye gittiğimin bile hiçbir önemi kalmamıştı. Fakat kaldırımın hemen dibinde daha önce gördüğümü düşündüğüm kadına çarpınca olanlar oldu. Kokusunu aldım bir daha bırakmadım.