Batı dünyasındaki aydınlanmanın düşünsel temellerinin, İslam dünyasının altın çağı olarak bilinen 9. ve 12. yüzyıllar arasındaki kültürel ve entelektüel faaliyetlerden mülhem olduğuna dair Müslümanların aşağılık kompleksine kapılmış kolektif patolojik ruh halini de yansıtması bakımından önemli olan yaygın bir kanaat vardır. Oysa aydınlanma, modernizm teknoloji çağı olan postmodern dünya ile tanrıların yaşamlarından, tarihlerinden bahseden mitosların bulunduğu Antik Yunan ve Orta Çağ arasında bir süreklilik ilişkisi vardır.
Antik Yunan’da izlerine rastlanılan ussal düşünce kendisini aydınlanmada ve devam eden süreçlerde tekrardan ve bu sefer bir tahakküm biçiminde gösterir. Modern toplumlar ulus devletten bürokrasiye, hapishanelerden okullara ve hatta hastanelere kadar rasyonalist düzenlemenin, iktidarın ve aynı zamanda baskının birbirinden ayrılamayacak denli iç içe geçtiği toplumlardır. Postmodern filozoflar aklın kendisinin nasıl bir baskı aracına dönüştüğünü ve özgür olduğunu zanneden insanların aslında büyük bir kapatılmaya maruz kaldıklarını kuramsallaştırmışlardır.
Metafizik, aslında zannedildiği gibi dinsel ve tinsel alanlar üzerine spekülasyon yapma yeteneği değil, batı düşüncesine evvelden beri egemen olan logosantrik düşünme şeklidir. Tabi bu durum erkek egemen sistem içerisinde başka bir forma dönüşür ki adına fallogosantrizm de diyebileceğimiz çok daha kapsamlı ve Batının bütün düşünsel tarihinin içerisinden okunabileceği bir araçtır söz konusu olan. Öyleki Batı medeniyeti tarihi ussal, mantıklı beyaz erkeğin tarihidir.
Temelleri Francis Bacon ile atılan modern bilimin doğa üzerinde tahakküm kurmayı vadetmesi ve bunu da doğanın kadın olarak anlaşılması ve erkeğe ikincil aşağılık bir varlık olarak görülmesi hasebiyle sömürülebileceğinin söylenilerek doğanın tahribinin temellendirilmesi rastlantısal değildir. Dolayısıyla böyle bir bilimin ırkçı, hümanist, cinsiyetçi olmasını bahsettiğim süreklilik içerisinde gayet doğal karşılamak gerekiyor. Dolayısıyla Batı medeniyetinin moderniteyle sonuçlanan düşünsel serüveninden Müslümanlara pay çıkartarak modern bilimle birlikte başlayan ve bilgi edinme sürecinin ve kaynağının tek yolunun akıl olduğunu söyleyen ve başka bütün bilgi edinme yollarına gözlerini kapayan ve bunu yine aynı gelenek içerisinde değerlendirilmesi gereken ve üretildiği felsefeden bağımsız düşünülemeyecek olan teknolojik hamlelerin sanki cerrah titizliğiyle ait olduğu yerden izole edilebilirmişçesine, üstelik evrensel olduğunu iddia ederek; kaynağında vahiy olan bir dünya görüşüyle uzlaştırmaya çalışmanın nafile bir çaba olduğu aşikar. Üstelik Batıda postmodern filozofların bu tecrübeyi çok çeşitli yönlerden eleştirdiğinin görüldüğü bir dönemde.
İnsanların sanki verili bir gerçeklik varmışçasına belirli türlerde davranmaya zorlandıkları ve davranışlarının kendileri tarafından değil, tamamen toplum tarafından benimsenen üstü örtük kurallara uygun seçilmesi gereken normatif bir toplum oluşturması modernitenin baskıcı yüzünün bir başka örneğidir. İnsanlar belirli matrisler içerisinde yaşamaya mecburdur ve o matrisler tarafından belirlenip yeniden üretilirler. Aslında bu normatif toplumsal yapının ve bu yapının kodlarının özsel olmayıp ne kadar kırılgan ve performatif olduğunu, farklılaşan ve bu ikili hiyerarşik dengeler üzerine kurulu düzeni alt üst edebilen yaratıcı insan edimlerinden anlayabiliriz.
Aydınlanma felsefesinde Descartes tarafından ortaya atılan modern öznenin belirleyici oluşu ilk kez yapısalcılar tarafından sorunsallaştırılır ve özne o eski konumunu kaybeder. Aynı zamanda psikanaliz gibi diğer disiplinler öznenin bilinçli kısmının yani cogitosunun buz dağının görünen kısmı olduğu ve insan davranışlarının bilinçdışı itkiler tarafından kurulduğunu söyleyen ve bir özne oluşturan ama aynı zamanda o özneyi parçalayan kuramlarla birlikte modern öznenin yenilgisi pekiştirilmiştir.
Kendi içerisinde bile tutarlı bir bütün oluşturamayıp bilinçdışı tarafından kurulan parçalı öznelerin gerçeklik hakkındaki ideaları işte tam bu noktada sorunsallaştırılır. Nesnel gerçekliğin sorgulandığı ve öznelliğe sonuna kadar alan açacak olan böyle bir durumda özdeşlik mantığının yerini “fark felsefesi” alır. Çünkü hiçbir özne gerçeklik hakkında ötekinden daha doğru bir şey söyleyemeyeceğinden ve kendi görüşünün üstün olduğunu temellendirebilecek bir dayanaktan yoksun olduğundan sonuçta rölativizm baş gösterecektir.