Ne zaman yazmak fikri aklıma gelse, hep bir hüzün kaplıyor içimi. Sanırım yazmak bana ağır geliyor. Bu fiziki bir ağırlık değil tabii ki; yani üşengeçlik hali de değil. Ruhuma ağır geliyor.
Daha ziyade, efkârlı olduğum zamanlarda yazmak isteği belirir içimde. Bu sebeple, hep hüzünlü şeyler yazmaya meyilli oldum. Hüzünler ve dertler de yazdıkça büyüdü, neşterlendikçe kanadı. Gençlikte bir nebze katlanabiliyordum bu duruma; ama yaş ilerledikçe bir şeyden kaçmaya başladığım gibi hüznümü deşmekten de kaçar oldum. Buna rağmen bu da bir ihtiyaç benim için. Yazmalıyım diyorum; ziyan olmamalı düşüncelerim, farkındalıklarım, tespitlerim, duyumsadıklarım, hissettiklerim, ziyan olmamalı.
Yazmayla ilgili bir diğer sorunum ise: Her şeyi olduğu gibi yazamamak. “Yazmak özgürleşmektir.” tarzı bir slogan atabilmeyi o kadar isterdim ki; ama değil. Özgürce içinden geldiği gibi, olduğu gibi yaz bakalım, ne oluyor. İnsan içine çıkamaz, etrafındaki sevdiklerinin senden kaçtığı biri olursun. Kimse gelecek için yaşamıyor. Bugünün insanlarıyız. Göze alınabilecek bir risk değil bu. Tabi bunun çözümleri de var. Mesela, yazdıklarınızın ölümünüzden sonra yayınlanmasını isteyebilirsiniz. Öldükten sonra başkalarının sizin hakkınızda ne düşüneceği umurunuzda olmaz neticede. Ya da, isimleri değiştirerek başka bir kurguda anlatırsınız ki, bu yöntem pek tatmin etmese de bir düzeye kadar rahatlatabilir sizi. Tabi oldukça usturuplu olmalısınız burada. Zira, kendinizi anlattığınız anlaşılabilir. Çünkü bu durum biraz da doktora gidip, “Bir arkadaşımın şöyle bir durumu var…” demeye benzeyebilir. Bir diğer yöntem ise oldukça sembolik ifadeler ve karakterler kullanarak, kurgunuzun içinde derdinizi eritmeniz ki; bunu yapabilirsenız zaten yazar olmuşsunuz demektir. Bende, bunların üçünü de yapabilecek ne cesaret var, ne de beceri. İşte bu yüzden kaçıyorum yazmaktan.
Kim bilir, belki de yazmaktan değil, kendimden kaçıyorum. Kendimi anlatırım diye korkuyorum. Buna rağmen, her seferinde kendimi anlatarak başlıyorum yazılarıma. Yazmanın en haz veren şekli bu çünkü. Evet, itiraf ediyorum. Yazmak, mazoşistliktir biraz. Kendinizi anlattığınızda, içinizde deşilen bir çıbanın keyif veren acısını duyarsınız. Kendinizi anlatırken, anlattıklarınızı adeta kâğıda hapseder ve hafiflersiniz.
Eğer tabiatım uygun olsaydı, günlük tutardım. Ama kimsenin okumayacağı bir metni “golem” gibi cansız buluyorum. Alnında, okunmadığında “Met”, okunduğunda ise “Emet” yazacak anlamsız bir metin.
Sait Faik’i düşünüyorum. O büyük öykücüyü. Yaşamını öykü kılmış, zamane dervişini. Öyküyü günlük yaşama ve sıradan olaylara indirgemiş, hepimizin bir öyküye malzeme olabileceğini göstermiş bir gani gönüllüyü. O bile buna cesaret edememiş; yani gerçekleri olduğu gibi dile getirmeye. Diğer tüm öykü kitaplarında biz onu tanıdık; ama “Alemdağ’da Var Bir Yılan” öykü kitabında onun iç alemine göz attık. Orada bile gizli, kilitli yerler vardı.
Gerçekleri yazmak cesaret ister. Hele olduğu gibi yazmak için biraz da deli olmak lazım sanırım. Delirsem her şey daha kolay olacak sanki.