Güzelim şehirler hızla beton yığınına dönüşüyorlar. Dolaylı yönden de olsa bunda benim de katkımın olduğunu bilmek üzücü. İnşaat ustası olan dedemin kendi elleriyle inşa ettiği, benden üç yaş büyük emektar evimiz benim ön ayak olmam dolayısı ile müteahhit tarafından acımasızca yıkıldı. Tabii müteahhit tarafından yıkılması da dolaylı yönden. Yoksa evimizi yıkan kişiler iş makinesi operatörü ile balyoz ekibiydi.
Evimizi müteahhite verdikten sonra sokağımıza yakın bir yerde kiraya yerleştik. Biz çıktıktan sonra prosedür işlemlerinden olsa gerek bir müddet daha ”yapayalnız” bir şekilde istemeden odalarında misafir olarak ağırladığı evsizlere ve işgalci düzene karşı kale gibi sapasağlam durdu evimiz. Ta ki bir haftasonu otuz üç yıllık gardını hain bir iş makinesi düşürünceye kadar…
Tamamiyle yıkılmazdan önce bir defa geçmiştim evimizin önünden. Pencereleri kapıları sökülünce İsrail ablukası altındaki Filistin sokaklarını televizyondan izlediğim görüntüleri hatırlattı gördüklerim. Canlı olun cansız olun hiç fark etmiyor sahipsizseniz, viran olmanız kaçınılmaz. Her mevsim babaannemin adeta dört gözle çiçek açmasını beklediği o nazlı erik ağacı tam da meyveye durmuşken sağlam tek dalını bırakmamış mahallenin piçleri. Bahçedeki çiçekleri ezmişler, duvarlara ve hatta odalara sevdikleri sevmedikleri kişi ve takımların isimlerini yazmışlar. Toplum olarak sevdiklerimize olan bağlılığımızı duvarlara, ağaçlara, banklara yazan bir milletiz nitekim. Tabii bu yazı işinde sevilmeyen kişi ve kurumlar olaya dahil olduklarında küfür de yazının olmazsa olmaz bir parçası.
Evimizin bütünüyle yıkılmış, ‘boş’ beton yığını hâlini görünce ne yalan söyleyeyim gözlerim dolmadı değil. Bir zamanlar annemin beni okula yolcu ederken tutunduğu, el sallarken dayandığı sapasağlam balkon demirleri betonların arasından aman bekleyen bir el gibi dışarıya uzanıyordu. Ve benim çocukluğumdan bugüne değin mahremiyetime tanıklık eden banyo fayansları ve tuvalet taşı paramparça idiler. Bir depremden çıkmışız, büyük bir felaket atlatmışız da onun neticesinde bu hâle gelmişti sanki evimiz. Ama bunun tek sorumlusu bendim ve her zaman olduğu gibi katil yine olay mahalindeydi. Bir köşeye sinmiş sessiz sedasız işlemiş olduğum cinayeti izlerken evin kolonlarına o ölümcül balyoz darbelerini indiren cellatlardan birisi mahzun hâlime acımış olacak ki; gelip ”Ev hayli yıpranmış. Görseniz, kâğıt gibi yıkıldı kocaman bina. Zamanında, doğru bir karar vermişsiniz. Müteahhit firma da şehrin en iyilerinden. Kaç daire aldınız?” sorusuyla beni teskin etmeye ve konuşturmaya çalıştı zannımca. ”İki buçuktan üç,” diyebildim adama. Dediğimden hiçbir şey anlamamış olsa da kafa sallayarak bir bakıma anladığını teyit etti. Anlamadığını çok iyi bilsem de ”Müteaahit iki buçuk daire verdi ben de kalan yarım daire parasını üzerine verip üç daire aldım. Yoksa o bana iki daire verip yarım daire parası ödeyecekti,” gibi karmaşık bir matematik hesabını anlatmadım adama. Çünkü, bunu anlatacak mecalim yoktu. Acı tablo tam da karşımda durmaktaydı. Artık ne kadar acınası bir hâlde duruyorsam adam yanımdan ayrılır ayrılmaz taziye evine yapılan ziyaret misali karşı komşumuz Nezihi abi geldi yanıma. ”En iyisini yaptınız Refik. Yılların evi. Biz de bir müteahhit ile anlaştık bakalım. En kısa zamanda evi boşaltıp, taşınacağız,” dedi. Ne desem bilemedim. İkimiz de yanlış mı yapmıştık yoksa doğru olan bu muydu bilmiyordum açıkçası. ”Hayırlı olsun,” demekle yetindim. Amaçsızca konuya ilgisizleştim. Peşi sıra da benim yüzümden uzun bir süre sükûta büründük.
Yurdum insanı ne zaman bir iş makinesi görse genç-yaşlı ayırt etmeksizin başına üşüşür ve yıkımı yazlık sinema tadında izler. Bizim yıkımda da buna şahitlik etmeseydim kuşkusuz yıllar sonra bile içimde ukde kalacaktı. Yıkım ekibinden birisinin çocuklara ”Çekilin makinenin arkasından, ezileceksiniz şimdi!” uyarısı Nezihi abi ile aramdaki kutsal sessizliği bozan bir çığırtkanlığa dönüştü. ”Çocuklar işte. Onlar için her şey eğlence sebebi,” dedi, Nezihi abi, uzun bir sessizlikten sonra. Bu cümlesine de kayıtsız kalmamın ayıp olacağını düşündüğümden ”Şimdi en güzel çağları, varsın çocukluklarını yaşasınlar,” gibi bilgece bir cevapla geri döndüm, bilerek ve isteyerek soyutlandığım ortama.
Hava kararmaya yüz tutarken ustalar paydos ettiler ve ”Şenlik dağıldı. Bir acı yel kaldı bahçede yalnız…” Ağlamaklı olsam da utandığımdan dolayı acımı içime gömdüm, ağlamadım. Daha doğrusu ağlayamadım. Ağlayamamak da çok acımasız ve faşistçe bir duygu! Nezihi abi de ”İyi akşamlar,” gibi son derece iyi niyetli bir dilekte bulunduktan sonra yeni evime gitme vaktimin geldiğini anladım. Tamı tamına otuz yıldır beni ait olduğum dünyanın sıcağından, soğuğundan, gürültüsünden, tehlikesinden koruyup kollayan emektar evimi kaderiyle baş başa bırakıp ardıma bile bakmadan gittim. Belki, baksam ağlayacaktım. Fakat yapamadım.
Hiç de alışık olmadığım kiracı hayatını 13 ay 11 gün boyunca yaşadım. Yeni evimizin yapım aşamasında kâh dedemle birlikte kâh yalnız başıma sık sık dolandım mahalleyi. Zaten yalnız gittiğimde de dedem mutlaka ya evden gidişinde ya da Yıldıztepe’den dönüşünde eve uğruyor ve biz inşaat hâlindeki yeni evimizde karşılaşıyorduk. Dedemin inşaat ustası olmasından dolayı eve usta gözüyle yaptığı yorumları dinlemekten keyif alıyordum. Sonra birlikte, kiracı olarak yaşadığımız geçici hayata doğru yol alıyorduk.
Bu şekilde, dedemle birlikte eve döndüğümüz günlerin birisinde dedemin; ”İyi oldu oğlum be! Sayende küften, rutubetten kurtulacağız. Babaannen de son zamanlarında rahat edecek bari,” demesi ne kadar doğru bir karar verdiğimin göstergesi oldu benim için. İşte o gece; evimizin yıkımına ağlayamayan ben, yatağa yattığımda dedemin teşekkür mahiyetindeki sözlerini anımsayınca hüngür hüngür ağladım. Bazen, ağlamak için iki çift söz yeter.
Nihayet çatı tamamlanıp üzerine kiremitler konulmaya başlayınca dedemle birlikte yeni evimize yapmış olduğumuz kısa ziyaretlerin sonuna gelmiş olduğumuz hissine kapıldım. Ne yalan söyleyeyim doğru bir müteahhit ile anlaşıp yüzüstü bırakılmadığımız için de kendimle gurur duydum. Çünkü babaannemin deyimiyle ”İyi olursa Allah’tan, kötü olursa kuldandı,” biliyordum. Keza öyle de oldu ama hiç mühim değil. Şimdi beş katlı, on daireli, asansörlü, ferah ve sakin bir apartman dairesinin sakiniyiz. Üstelik kapı komşum da Güney Koreli Yu Jin. İç Anadolu’nun batısında, bozkır diye adledebileceğimiz bir şehirde, kaç kişiye nasip olur ki Güney Koreli bir kapı komşusu?
Osmangazi Üniversitesi’nde Araştırma Görevlisi olarak çalışan Behçet ile evli Yu Jin. Son derece saygılı ve iyi bir komşu kendileri. Hatta, Yu jin bir o kadar da esprili. Bir cumartesi günü çarşıdan eve dönüyorken, Dumlupınar Caddesi’nde Behçet’le birlikte yürürlerken rastladım kendisine. Bisikletinin tekeri patlamış, tamire götürüyorlarmış. Beni gören Behçet ”Nasılsın abi? Çarşıdan mı geliyorsun? Görüşemiyoruz epeydir,” gibi özlem dolu cümlelerle yaklaştı hemen yanıma. Yu Jin’in soğuk tavırlarına bir anlam veremesem de sorgulamadım. Tam vedalaşıp yanlarından ayrılmak üzereydim ki Yu Jin’in ”Nerden tanıyayayım ki? Hangi Refik abi?” sorularını işittim. Zaten çok geçmedi Behçet seslendi arkamdan: ”Refik abi bakabilir misin?” diye. Hâliyle dönüp baktım. ”Kusura bakma abi Yu Jin seni tanımamış,” dedi, biraz da mahcubiyetle karışık. Ben, tam da ”Olsun, ziyanı yok,” demeye hazırlanırken Yu Jin ”Nasıl tanıyım ki, siz Türkler hepiniz birbirinize benziyorsunuz. Ben de o yüzden birkaç kez gördüğüm kişiyi bile tanıyamıyorum,” demez mi? Sen çok yaşa emi Yu Jin. Evet, biz millet olarak iyilik, dürüstlük, misafirperverlik bakımından birbirimize çok benziyoruz ama bunlar görünmeyen, soyut kavramlar. Demek ki Güney Kore halkının kalp gözü son derece açık. Tevekkeli, Güney Koreliler’den boş yere korkmuyor Kuzey Kore Lideri; Kim Jong-Un. Bir de son olarak Güney Koreliler’in birbirine hiç de benzemedikleri (!) gerçeği var ki o da olayın apayrı bir boyutu…