Enstrüman öğrenen bir kişiye, işi bilenler iyi enstrümanla başlamalarını tembihler. Çünkü iyi enstrümanla başlayan kişi doğru sesleri daha iyi tanır ve bir notanın gerçek tınısının daha iyi farkına varır. Edebiyatta da durum böyledir. Edebiyata ilgi duyan ve bu anlamda ilerlemek isteyenler öncelikle zaman süzgecinden geçerek kalıcılığı yakalamış ve ilham olmuş kitaplarla okumaya başlamalıdırlar. Böyle bir başlangıç iyi eseri ayırt edebilecek bir damak gelişimini sağlamakla kalmaz, değersiz çalışmalardan da uzak tutar insanı. Bir söz vardır hiç katılmam: “Ne bulursan oku!” diye. Sözüm ona, böylece iyi ve kötü çalışmaları görerek daha iyi eserler ayırt edilebilecektir.
İyi veya kötü bir edebi çalışmayı ayırt etmek belirli bir deneyim ve emek ister. Henüz yolun başındaki biri için bu seviyeye gelmeden “her önüne geleni oku” demek, “ne bulursan ye” diyen ve sonunda o kişinin midesini bozmasına sebep olan birisinin öğüdü gibidir. Demek istediğimi anlamak için şöyle kitapçıları gezmeniz ve en çok satılan kitapları görmeniz veya elinde kitapla gördüğünüz insanların büyük çoğunluğunun okuduğu kitabın kapağına bakmanız yeterli.
Kitap demenin kitaba hakaret sayılacağı zırva denilecek yazı parçalarından oluşuyor çoğu. Ne derinlik, ne ufuk, ne edebiyat, ne sanat, ne bir fikir var içlerinde. En kötüsü emek de yok. Yüz sayfayı bulan kitabını bastırmanın derdine düşüyor. Kimse “Acaba bu yazdığım şey kitap olmaya layık mı?”, diye sormuyor. Dikkat çekmek, iyi bir eser ortaya koymaktan bin kat daha önemli durumda. Bu yüzden kimse yazdıklarının kalitesini önemsemiyor. Ki yayınevleri artık bir organizasyon şirketi gibi çalışıyor. Bir miktar para veren herkesin yazdığı şeyi -ki ne yazdığı çok önemli değil- kitap diye basıyor ve pazarlıyorlar. Diğer yandan birçok yayınevinin temel kriterlerinden birisi “yazar adaylarının” sosyal medya aktiviteleri. Eğer bu mecrada aktifseniz ve çok sayıda takipçiniz varsa şimdiden yeni kitabınız hayırlı olsun. Düzey bu işte! Maalesef.
Bu tarz kitapları gerçek kitap sanan bir nesil yetişiyor. Dostoyevski okumamış, Victor Hugo’yu bilmeyen, Shakespeare’i, Hemingway’i, Jack London’ı, Emile Zola’yı, John Steinbeck’i, Reşat Nuri Güntekin’i, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı tanımayan bir gençlik gümbür gümbür aşk, din ve melankoli sosunda çürümüş sayfa yığınlarını hevesle okuyor. Bazen duyuyorum, “Ne okunduğunu bu kadar önemsemeyelim, okumaya odaklanalım. Gençlik gittikçe daha çok okuyor.” diye teselli bulanlar var. Bu, “Aç kalacaklarına leş yesinler.” veya “Boğulacaklarına karbondioksit solusunlar.” demekten farksız geliyor bana. Bu kitaplar okundukça ve iltifat gördükçe bu tür kitaplar da mantar gibi türemeye devam edecek.
Bir genç gördüm metroda elinde bir kitap vardı. Şu piyasa mallarından. “Nedir o?” diye sordum kitabı göstererek. Yazarın adını söyledi ve neden bahsettiğini anlattı. Çok güzel kitap olduğunu ve ona çok şey kattığını iddia etti. Gülümsemekle yetindim. Hevesini kırmak, onu insanların içinde terslemek olmazdı ama dayanamayıp “Hiç George Orwell okudun mu? diye sordum. Biraz düşünür gibi yaptı “Yazarı kim?” diye sordu soruma karşılık olarak. Şaşırmamıştım bu cevaba. O yaşa kadar bir klasik okumamış biri elbetteki o elindeki kitaptan etkilenir ve kendinden çok şey bulurdu.
Edebiyat insanı anlama ve anlatma sanatıdır. Daha doğrusu anlatırken yazar olarak, okurken okur olarak insanı ve dolayısıyla kendini anlama sanatı. Elbette bir kalite, bir nitelik ve bir estetik kaygısı olacaktır. Teknoloji, popüler kültür veya hızlı yaşam, ne derseniz diyin adına, insanlar büyük bir süratle ruhlarına giden birer köprü vazifesi gören kitaplardan gittikçe uzaklaşıyor. Fakat ironiye bakın ki oldukça yakınlaşıyor görünüyorken…