Bir Gece Vardiyası

Gecenin bir vakti. Metrobüsle eve dönüyoruz. Karanlığın en sakin olduğu saatler yani. Kimsenin kimseye ilişmediği ve umursamadığı dakikalar. Muhabere ederek ilerliyoruz. Bir an ara veriyoruz. Camdan dışarıya bakıyorum. Resmi bir karanlık almış başını gidiyor. Geride bıraktığımız evlerden sızan ışıklar, geceye bir parlaklık bırakarak eşlik ediyor bize. Tekrar kendimize dönüyoruz. Lüzumsuz onca yaşanmış şeyden sonra hiçbir şey olmamışcasına konuşmak bile artık zul geliyor. Hepimiz aynı yerde ve farklıyız. Ne çeşitlilik ama bir bilseniz! O esnada cübbeli, sarıklı, henüz onbeş yaşlarında olduğunu düşündüğümüz bir çocuğa ilişti gözlerimiz. Nereye bakıyor bu çocuk? Belli ki dikkat kesildiği bir yer var. Hemen oraya çeviriyoruz meraklı gözlerle. Baktığımız yerde, hippi (sadece bir çağrışım: derinlik yok) görünümlü iki kişinin oynaşmalarına değiyor gözlerimiz. Cezbedici öpüşler, kol uzatmaları, soyut kelimeler, empresyonist tavırlarla dışa vurdukları ahenkler, göz kamaştırıcı cinsten doğrusu; ama bizim asıl odak noktamız, çocuğun bakışları oluyor. Hiç konuşmadan çok şeyin anlatıldığı pespayelik. Gene de bizim için önemli olan sevgililer değil, çocuk. Biraz abartmış olacaklar ki, başka gözler de oraya dönüyor. Yoğunluk hat safhada. Çocuk bakmaya devam ediyor. Biz bakmaya devam ediyoruz. Yolcular bakmaya devam ediyor. Onlar öpüşmeye devam ediyor. Gelecek durak Yenibosna. Birazdan duracak metrobüs ve inecek birileri. Başka birileri binecek sonra. Çocuk bakmaya devam ediyor. Hiçbir şeyin değişmediğinden bahsediyoruz. Biraz sakin olur musunuz desek, biraz öteye kayın desek. Böyle de öpüşülmez ki desek. Ahlak bekçiliğine soyunsak. Burası müslüman bir ülke desek. Her şeyi diyebiliriz. Her şeyi yapabiliyorsak, her şeyi söyleye de biliriz. Fakat çocuk bakmaya devam ediyor. Susmaya devam ediyor. Kadın erkeğin boynundan ısırıyor. Yatak odası fısıltıları. Bahçelievler. İnmek için biraz daha beklemeliyiz. Toparlanmalıyız.

flashback:

Metro’da iki genç (azeri olduklarını sonradan öğreniyoruz), ellerinde limonlu sodalarla bir şeyleri tartışıyorlar herkes gibi. Bu görüntüden rahatsız olan biri dahil oluyor sohbete. ‘’Gençler, hemen o şişeleri cebinize koyun. Oruç tutmuyorsunuz, bari saygınız olsun insanlara.’’ diyerek ithar ediyor. Oysa ortada rahatsız edici bir durum yok. Hem cebinize koyun ne demek yahu. Gençler, mahcup olmuşlar ki ses çıkarmadılar. Fakat adam, birkaç durak sonra tekrar bir şeyler söyleme gereği duyuyor. Adamın tavırları samimiyet kokmuyor ne yazık ki. Üzerime düşen vazifelere pek karışmak adedim değil, fakat içimden siz de amma uzattınız beyefendi diyorum. Gelecek durak Sağmalcılar. İniyorlar.

Çocuk bakmaya devam ediyor. Uzaklara gidiyorum. Konumuz dışında ama içeriden bir edayla. Bir seri katilinin kimsiniz sorusuna verdiği cevabı uyandırıyorum: ‘’Ben hiç kimseyim. Ben bir serseriyim, başıboş, aylağın tekiyim. Bir sürahinin içindeki yük vagonuyum. Ve bana yaklaşırsan bir ustura olurum.’’. Çocuk bakmaya devam ediyor. Yaklaşıyoruz her geçen saniye biraz daha. Kimsenin umurunda değil. Herkes olması gerektiği gibi. Seri katile dönelim: ‘’İnsanlar sadece biri öldürüldüğü zaman rol yapmaz; çünkü insanların korkusu o anın gerçekliğini kavrar. O yüzden insanların gerçek olarak gördüğü tek şey korkudur.’’. Şahit olduğumuz sahnenin gerçeklikle hiçbir ilişkisi yok. Özdeşim kurmamızı engelleyecek unsurlar çoğalıyor. Oyun oynanmaya, çocuk bakmaya devam ediyor. Sere serpe bir zaman ve şahsiyet.

Projeksiyonda bir şiir:

Uzanıp yatıvermiş, sere serpe;
Entarisi sıyrılmış, hafiften;
Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor;
Bir eliyle de göğsünü tutmuş.
İçinde kötülüğü yok, biliyorum;
Yok, benim de yok ama…
Olmaz ki!
Böyle de yatılmaz ki
!

Orhan Veli’nin ‘’sere serpe’’ şiiri ve satıcının ruhları. Çocuk bakmaya devam ediyor. Sonraki durak İncirli. Ruhu olmak böyle bir çıkarsama sağlıyor. Seçimler yaklaşıyor. Döviz almış başını gidiyor. Dağ başını duman alırdı eskiden. Başlayıp bitirelim. Bayram tatilinden henüz dönen yok. Kaç kişiyiz, şunun şurasında. Terk edilen düşünceleri cebimize koyuyoruz. Çocuk bakmaya devam ediyor. İndikten sonra hiçbir şeyi hatırlayamayacağız, hiçbir şey bizi yolumuzdan da edemeyeceğine göre bu kadar sığlık niye? Nicedir konuştuğumuz şey bu olmamalıydı diye düşünsek de artık yolumuzdayız. Bakmakların bize düşen kısmı bu değil çünkü. Taşınmaz bir gece varsa o da içinde bulunduğumuz karanlıktı. Zamanın oraya aktığını daha ne kadar saklayabiliriz ki. Her yerde bize özgü bir gecenin olduğunu da biliyoruz. Göğe kaldırıyoruz ayaklarımızı. Gök kararanlık. Ölü bir gece ve ölü bir balık. Göğsümüzü açıyoruz. Nereye adımızı yazsak orada bir çocuk göreceğiz nihayetinde. İşte kuşlar çoktan uçtuğuna göre. İşte çoktan olanlar oldu. Çocuk bakmaya devam ediyor. Yola çıktık ve yoldan çıktık yolu bilmeden. Olmasını istediğimiz ne? Başka da bir biz yok ne yazık ki.

Üzerinde düşünülecek kadar ehemmiyet atfetmiyoruz elbette; ama çocuğun bakışlarını da es geçmek olmazdı. Haz deyip başımızdan def edemezdik. Hiç uğramamış olsaydık, asla bilemeyecek, göremeyecektik. Bu doğru. Bütün şebekenin başı belki de biziz. İnsanlar, hep böyle şeylerin kıyısında. Çocuk bakmaya devam ediyor…

Son Yazılar

Harun Aktaş Yazar:

''Toparlanın gitmiyoruz''