Güzel Olan Hiçbir Şey Hülasa Edilemez*

Uzak Asya’nın -bize ait olan ne kadar uzakta- geçmişine tanıklık eden aykırı bir sergiye ev sahipliği yapıyor-du- Sakıp Sabancı Müzesi. Lafı dolandırmadan bodoslama giriş yapmanın azizliğine uğramak böyle bir şey işte. Olan oldu nasılsa, ardımıza bakmadan devam etmeli. Birilerinin sizi tahrik etmesi gerekir böyle kutsal vecibeler için, aksi takdirde güzel olan şeyleri kaçırmakla kalmayacak, duygusal bir yıkıma da uğrayabilirsiniz. Katlanmış kilimlere basarak zamanını harcayabilir veya bir banka oturarak denizi seyredebilirsiniz. Değişen şeyler değişir, güzel olan şeyler de birileri tarafından anlatılır. Dedim ya, olmalı biri. Sabah uyandığınızda bugün ne yapalım diyen ince biri mesela. Bu tartışılabilir bir rastlantı olsa da içimize işlenen keder böyle olmayacak. Birinin muhakkak fısıldaması gerek göğe, uzağa yahut bir kediye. Çünkü şair’in de dediği gibi, güzel olan hiçbir şey hülasa edilemez.

‘’Ai WeiWei Porselene Dair’’ bulanık sergisinden bahsediyorum vallahi billahi. Sanatın sırlarla kaplı olduğu hepimizce malum. Sergiye ev sahipliği yapan ‘‘atlı köşk’’ün merdivenleri mahmurlaşırken, sisteme karşı duruşunu taş gibi sanatıyla haykıran sanatçının eserlerine gözlerimizi pörtlemiş bir vaziyette ruhumuzla (sanat biraz da abartıdır) dokunuyorduk.

Kaldı ki bakışımızı dizginleyecek hangi acı bizi terbiye edebilirdi ki. Koca bir bulantıyı koynumuza alarak payımıza düşenle yetinmek mi? Doğrusu sergiyi toprağı okşar gibi sevdik deme cesaretine sahibiz. Böylece kuşku, nasibine düşenini almadan elini eteğini de çekmiş olacak üzerimizden. Neredeyiz biz şimdi, diyenin sesine alıştık da mı böylesine sesimiz gür ve yabani çıkıyor, yoksa her şey olduğu kadar doludizgin de yetişemiyor muyuz? Ağır ceza reisinden bize ne değil mi? Aydınlanmayla aramızda uzun ve derin bir mesafe olduğundan mı pek bilinmez ama garip bir duyguyla çaresizliğimizi görünmez kılıyor üstümüzdeki dağınık inançlarımız. Mağaradan çıkışımızı karanlığın soysuzluğuyla eş değer görebilir miyiz, ona kafa yormalıyız. Hesaplanabilir bir şey değil ki mantıksal cevap verebilelim. Çoğalarak şiiri sevebiliriz ancak, yürümeyi değil. Çoğala çoğala duyuracağız sanatı. Sır işte, nehre akan bereketli alüvyon gibi. Dışarıda soğuk bulutların ardında bize tebessümü eksik etmeyen bir güneş bekliyor.

Karanlık, copunu göstererek bizi aydınlıktan muhafaza etmeye çalışıyor kendince. Ah bu nasıl bir çelişki. Çünkü bağımsızlığımızı ne karanlığa heba edebiliriz ne de aydınlığa kanıp yüzümüzü çevirebiliriz karanlığa. Gizemli bir dehlizin kenarında etnik kimliğimize sahip çıkıyor, varlığımızı hayrkırmaya çabalıyoruz enerjimizi. Duyan olur mu dersiniz? Ait olduğumuz bir yer olmalı diyoruz kulağımıza fısıldayarak. Aman birileri duymasın sakın ha diyerek şehre sıkıntıyı yayıyoruz. Gözlerimiz birbirine değiyor bu sırada, aynı kaderi yaşayan sıradan insanlarla. Yetmiyor, bu defa sayıkladığımız yosunların maviliklerine kulak kesiliyoruz. Renklerin birer anlamı yok desek saçmalıktan öteye gitmeyecek hipotezimiz. Porselenin dönüşümünü kimler gördü, kimse bilmiyor. Gregor Samsa’nın dönüşümünden kaçımız haberdar. Öldü; ama öldü.

Kalk. Kalk.

Oradakiler, kuşkulu sanrılarla dikizliyorlar denizi. Boğaza bakan köşkün salonunda gemiler ve afili balıkçılarının oltalarına takılan ölü balıklara hayret eden leb-i derya çocukları. Kış geçti. Ayaklarımıza kramplar giriyor. Başka neler var soğuk olan. Taarruza geçen balıkların denizi ne hale soktuğunu misine iplerine asılan yemlerden görebiliyoruz. Kalkın gidelim, kalkın yola düşman dizilmeden uyandıralım deme cesareti gösterelim. Merdivenlerden bir kat aşağı iniyoruz. Mümkün olan ne varsa karşımızda beliriyor. Dolanıyoruz ayaklarımızaki yorgunluğu ezerek. Ai Weiwei gibi düşünebilme zahmetine bırakıyoruz kendi eşkalimizi. Bulabilir miyiz, akan kanın yatağını. Kan damardan nasıl fışkırır? Kanımızı saklayacak porseleni bulabilir miyiz adımladığımız şu manzaranın karşısında. Linç edilmek şöyle dursun, kimseyi ikna etmeye yanaşmıyor parmaklarımız. Bunları düşündürüyorsa, bir şeyler saklı olmalı hâlâ şu serginin terasında. Telaş içinde yanımdakilere soruyorum. Yolculuğumuz nereye varacak? Soruyorum, fakat hangi çıkarsama bizi alaşağı edebilir ki. Ve dahi işlenen suçun tarifi şu dizelerde gizli:

‘’Herkes gibi
Herkesin ortasında
Burada, bu istasyonda, bu siyah
Paltolu casusun eşliğinde
En okunaklı çehremle bekliyorum
Oyundan çıkmıyorum
Korkuyorum sıram geçer
Biletim yanar diye’’**

Dokunduğumuz ne varsa tanıdık bazı tarihleri de hatırlatıyordu. Hatırladıkça içine alıyor, içine aldıkça da alaya alınıyorduk. Bize şarkı mırıldanır gibi değil de, kırbaç uzatan bir ejderha gibi hissediyorduk kendimizi. Tanıtım kitapçığındaki şu satırlar boşuna yazılmamıştır herhalde:

‘’Kültürel ve tarihi önemi büyük olan porselen, sanatçının sahicilik, değer sistemlerinin taihteki dönüşümü ve sanatın toplumsal değişimi etkilemedeki rolü konusunda ortaya attığı temel sorulara bir kapı açma görevini üstleniyor.’’

Kapıların neye ve kime açıldığı bu yüzden önemli. Bizi nelerin beklediğini de bu kapıların sayesinde anlayabiliyoruz zaten. İlk defa bu sergi vesilesiyle Ai Weiwei’nin adı kulağımıza (biraz da ben) çalındığını biraz da utanç duygusuyla eklemeliyiz. Bu bile serginin niteliğini gözler ününe seriyor kanımca. Taşları yemenin yasak olduğu bir zamanda, taşların nasıl dizildiğinin hikayesi peşinde koşturuyorduk. Hani porselene dair daha ne kadar hayranlık uyandırabilir diye aklımı kurcalayan soruların marifete değer bir görüntü çizdiklerini hangi duyumun sesiyle dile getirebilirim, işte bunu düşünüyorum, evin yolunu tuttuğumdan beri. İsmet Özel’in duvara asılmış sözüyle, eve dönmek kendime sarkıntılık etmekten başka nedir? Güneşli bir havanın bize eşlik ettiği böyle bir günde serginin kapısını aralamamız ayrıca parantez açılması gereken bir başkaldırı aslında. Ezcümle herkes kendi seçimleriyle duruşunu sergilemekle meşhurdur. Neyi kaybettiğimizin hesabı sorulmaz, sorulmayabilir; fakat farkına varınca bu kaybedişin, tahrip gücü de o kadar yüksek olur. Bu çıkarsama bulandırıyorsa beynimizi, dışa akacak kırıklarımız fazladır demektir. Korkulacak bir çağdayız ve korkuyoruz.

Ne kadar yaşarsak, o kadar çizilir suratımız zamanın iğneleriyle. Herkesin bir yerlere akın ettiği bir cumartesi gününde, bize başka birilerinin de eşlik etmesi, sanat adına aydınlanan bu süreçte, başka nedir ki sorusu asılı duruyor duvarlarımızda. Bize düşen şimdilik denize değil, duvara bakmaktır, diğer bir deyişle sanatçının orta parmağı ( bu sözde kinaye sanatı kullanılmıştır)’la gözümüze soktuğu yer’lerdir. Sanatçın üretkenliği sadece bu alanda sınırlı kalmıyor. Bir sürü dalda bizi heyecanlandıran derin bir kariyer nihayetinde gör kırpıyor bize:

‘’çünkü biz savaşmasak
Uzak Asya’dan çekik gözlerimiz
Küba’dan kıvırcık sakallarımızla
savaşmasak
güm güm vurur mu kömürün kalbi Kozlu’da
Ke san’da, Kandehar’da ümüğüne basılır mı vahşetin’’

Şair’in bu sözleri bizi nereye sürüklediğinin berraklığı gözlerimizi kamaştırıyor. Teşekkürler bizi yoruyorsunuz. Ai Weiwei’nin hangi yönü arşınladığını gördüğümüzü de memnuniyetle karşılıyoruz. Art arda sıralamayı kendimize zul addediyoruz; ama gene de buna işaret etmeyi görev biliyoruz. Mimar, sinemacı, fotoğrafçı, yazar, yayıncı, küratör vesaire…

Bu alanlardaki yaratıcılığını bu sergide kısıtlı da olsa görmek mümkün. Yeter ki bakmayı bilelim. Bakmaya üşeniyorsak şayet, işaret ettiği yerlere bakabilelim kâfi. Toplumsal olaylara son derece duyarlı olduğunu, bireyin sözkonusu toplumdaki yerini vurguladığını ve bu yüzden biz sıradan insanlara hitap ettiğini haykırıyor ve savunuyoruz.

‘’Benim sanat anlayışım hep aynı kaldı. Sanat ifade özgürlüğüdür, yeni bir iletişim biçimidir. Sanat müzelerde sergilenmek ya da duvara asılmak için yapılmaz. Sanat gönüllerde yaşamalıdır. Sıradan insanlar da herkes gibi sanatı anlayabilmelidir. Sanatın elit ya da gizemli olduğunu düşünmüyorum. Herhangi birinin sanatı politikadan ayırabileceğini düşünmüyorum. Sanatı politikadan ayırma niyeti bile son derece politik bir niyettir.’’

Sanatın burada işimize yarar mı yaramaz mı bilinmez. Biz, az önceki biz olamayacağız, bunu biliyoruz. Başka ne sorulabilir ki. Cevap verebilmenin incinmişliği bizi kendimize kızmamıza sebep olur. Bu kızgınlık, sanatın neresinde saklı işte bunu bizler değil, sanatçının kendisi bilir. Bu yüzden oradayız ve domuzuna dövüşüyoruz.

* İsmet Özel’in ‘’Ils sont Eux’’ şiirinden alıntıdır.
**Celladıma Gülümserken Çektirdiğim Son Resmin Arkasındaki Satırlar/İsmet Özel

resim I: https://www.kultursanatharitasi.com/wp-content/uploads/2017/12/ai-weiwei3-702×336.jpg

Son Yazılar

Harun Aktaş Yazar:

''Toparlanın gitmiyoruz''