Kurşun rengine bürünmüş bu kentin rahatını kaçıran soylu bir film. Nasıl başlarsak öyle geçermiş dediğimiz yıllar ve kan kırıklıklarının içinde debelenen mazbut bir hayat! Kim kırdı ve niçin kırıldı, diye sormak aklımıza gelse de üşeniyoruz sormaya. İyi de adalet neresinde bu işin? Duyacağımız cevap bizi kendimizden daha da korkutacağı gibi, hayatın çürümüş kabuklarla yaşamını sürdüğü de apaçık ortadayken, biteviye birilerini suçlu addetme cüretine girmemiz, gülünesi bir maceradan öteye gitmeyecektir. Bundan emin olduğumuz sürece bu kan, akmaya, adalet de nasibine düşeni alacaktır. Nihayetinde müstakbel Satre’ın arz ettiği gibi, herkes yarı suçlu, yarı kurbandır. Kime hizmet ettiğimizin mevzuu ise mide bulandırmaktan ne halta yarıyor, orası da muamma. Peki niçin oradayız? Beklenen kim? Godot mu? Gelin yüzleşelim depresif ruhumuzla ve öyle çıkalım dairelerimizden dışarı.
Filmin konusunu her yerde bulabileceğinizi düşündüğümden, o topraklardan nasibimize düşeni almakla yetineceğim. Malûmunuz Hakan Günday’ın aynı adlı romanından uyarlandı bu film. Ahad ve Gaza’nın (baba-oğul, çırak-usta vs.) çapraşık serüvenlerinin insan kaçakçılığı üzerindeki yolculuklarına değiniliyor, desek de o bizim hüsnü kuruntumuz olur. Nereden baksak tutarsızlık, durum böylesine acınası bir halde anlayacağınız. Senaryoda, Hakan Günday’la birlikte Onur Saylak ve Doğu Yaşar Akal’ın parmakları izlerine de rastlandığı yapılan incelemeler sonucunda kesinlik kazandı. Bir insanın kullandığı ilk alet bir başka insandır, hakikatiyle perde aralanıyor. Sinirlerimi kudurtan, filmin de omurgasını oluşturduğunu düşünmekten kendimi bir türlü alamadığım, ‘’Ben Gaza, dünyanın en ünlü adamının oğluyum (hafızam beni yanıltmıyorsa şayet)’’ sözlü yumruktu. İnsan kaçakçıları, ya da o meşhur müstehcen ifadeyle, mültecilerin yaşam mücadelesine vurulan darbeden çıkan gürültü. Yüzümüz kızarmıyor mu, elbette hayır. Başımızı eğmiyoruz, ayıplarımızla yüzleşmeye ikna ediyoruz kendimizi. Nasıl da dobra dobrayız. Yukarıda alıntılandığı üzre, insanın bir başka insanı nasıl hunharca kullandığı trajedisinin yanında, baba-oğul arasındaki çatışmayı nevrotik biçimle ayak ucumuza bağlıyor. Serçe parmağımızdan bihaber hem de. Kaçamayız bu durumdan. Ya yok olacağız, ya da ihanetin bedelini ödeteceğiz. Kurban olmak dışında tabi. Umudun ne kadar uzakta olduğu da umurumuzda değil; fakat başka bir yol da çizmiyor bize bu trajedi. Babanın, yani Ahad’ın Gaza’ya ayakta kalması için her yolun mubah olduğunu dikte etmesi, balçıktaki adımlarımızın iyice çirkinleşmesine sebep oluyor. Elimizden gelen bu mu? Ahad’ın sonrasında yaptığı trajik hata, kaderden kaçınılmayacağını, buna uyum sağlaması gerektiğini fısıldıyor sanki. Olacak olan olur; ama ölür de. En büyük trajik hata da dünyaya gelmiş olmak değil mi zaten? Bu da bize restini çeken hayatın dilemmasıdır.
Kan akmak istedikten sonra, damardan fışkırmanın bir yolunu muhakkak bulacaktır, bizim elimizi arkadan bağlama zahmetine girmemize gerek yok. Ya bu koyunu güdersin ya bu diyardan gidersin, anlayışına da çomak sokmuyor değil hani. Zira istesek de gidemeyeceğimizi, burada mahpus hayatına alışmamız gerektiğini haykırmakta hiçbir beis görmüyor hayat. Zaten insan, gardiyanı olduğu hapisten kaçamadığından, kendi hapishanenin lideri olmayı seçiyor. Nasıl, niçin olduğu ve ne zamana kadar süreceği gibi anonim sorular… Bir nevi doğanın insana ne kadar yardım ve yataklık ettiği meselesi deşiliyor. Deniz ve toprağın, insan tenine değdikten sonraki naraları odamızın duvarlarına kadar çarpıyor. Gaza’nın o meşum hayattan kaçamayışına ne kadar kızdığımız da değerli elbette. Ağzımızdan çıkan her sinkaflı küfrün suratımızdaki yaralarla birlikte iyice çirkinleştiğini söylemek hakkını da saklı tutmalıyız ama. Ne yaptığımız, ne yapamayacağımızdan daha çelişkili bir dipnot görevi görüyor zannımca.
Kim neyi hakediyor?
Bu tarafa mı zumlamamız gerekiyor gözlerimizi, yoksa ötekileştirilmenin yanında böcekleştirmeyi reva gören mültecilere mi? Hangi tarafta olduğumuz pek şeffaf olmadığı kesin, tıpkı nerede olmadığımız gibi.
Bunların ötesinde erkek hegemonyasının orada vücut bulmasına ne demeli? Hiç. Nereye elimizi atsak, başkalarının organları geliyor çünkü. Başkalarının içinde biz neden yokuz? Burada kalsın bu soru. Geri dönersek karşılaşırız, yok dönemezsek, zaten ortada bir soru da olmayacaktır. Susturmak için ya para verilecek ya da kadın. Dolayısıyla insan kaçakçılığından dem vuruluyor gibi görünse de, filmin tali yolunda hazin bir acz de var. Hangi taraftayız meselesi gene karşımıza çıkıyor. İnsan, erkekten yana mı, yoksa kadının hiçliğinden mi? Suyu bulandırmanın lüzumu yok, biz başa dönmeyi seçiyoruz. Gaza’nın babasına nasıl dönüştüğünü nasıl açıklayacağız? Karanlıkta göremediğimiz, ya da görmemizi istemedikleri başka bedenler ve şeyler yok muydu? Orada öylece bırakıp kaçacak mıyız? Çevrenin de el birliği ve sistemin (bir şekilde bahsetmeden olmuyor şundan) çarksızlığı bu dönüşüme göz yummamızı salık vermiyor mu sanıyorsunuz. Fakat Ahad’ın nasıl dönüştüğü tahmin etmek şöyle dursun, elle tutulur bir sebep dahi aramıyoruz. Öncesi bizi pek alakadar etmiyor gibi gerile gerile devam ediyoruz yolumuza. O halde Ahad’ın anlatmak istediği hurafelerden çok, günah işleme özgürlüğüne ne zaman merak salacağız? Herkes kendi ‘’tekliği ve birliği’’ni kendi içinde barındırdığına göre, bunu sormak icap etmez mi? Bu yüzden tahmin edebiliriz ki başka Gaza ve Ahad’lar türeyecektir. Daha zalim daha gaddar daha gaza.
Hepsinin toplamının bize neyi vereceğini tartışmaya yanaşmıyoruz. Hoş bilsek de karanlık bize ay’dan başkasını göstermeyecektir. Bir de ölümün yüceliği, ölümü hakkedenin kim olduğunu örtmek niyetinde olacaktır. Birileri ölecekse ille de, bunlar böcekler değil, onları böceğe dönüştürenler mi diyeceğiz? Çünkü birileri ölecekse, ötekiler olsun isteriz. Kaldı ki bu hayatta böcek olmak da bir kurtuluştur, arınma, çarka çomak sokmaktır. Belki de oradalar ve iğrençtirler.
Son olarak, ne yaparsam yapayım, bu filmi beğenmemek için bir neden bulamayacağım. Tuba Büyüküstün’ün eğreti oyunculuğuna rağmen bu böyle. Haksızlık mı yapıyorum kendisine diye soruyorum kendime, verdiğim cevap beni ikna ediyor; ancak Ahmet Mümtaz Taylan’nın her yerde karşımıza çıkan babacan karakterini üstünden çıkardığını, dünya gözüyle görebildik. Jilet gibi bir performans sergileyerek adeta damarlarımdaki kanın bıngıldamasını sağlamış. Sonrasında Hayat Van Eck, yani Gaza. Dönüşüm ve hayat.
‘’Bin vur bir say’’
Onur Saylak, ilk filmi olmasına rağmen böylesine yırtlaz bir filmin altından çıkmış olmasından mütevellid, takdiri fazlasıyla hakkediyor olmalı. Hakkediyor; çünkü hakikatin yumuşak yanını göstermekten çok, çıplak ve kurşuni yanını su üstünde tutmayı yeğliyor. Mübalağa; çünkü bu benim doğrularım. Zaten biraz da bu yüzden Türkiye oscar aday’lığını kaybediyor -derler ki yeniler, kaybettirdiler-. Kıymetli devletlümüze, ötekiler’e rağmen bir selam gönderiyoruz. Bin vurmak şöyle dursun bir vurmak bile bize zül gelecektir!