Kusurlarımızın çıkardığı kalın gürültü kapımıza dayanmış durumda. Kent halkı ise kulağını hurafelere kapatmış, celladın son dileğinin ne olacağını düşünüyor. Bizim karanlık tarafımız da eskilerden aldığı ışıkla duvarı aydınlatmayı marifet sanarak durakta bekliyor- İnsandır en çok bekleyen-. Aldığımız onca kötü haberin müsebbibi başkalarıymış gibi kendimizi avutup üzerine gidiyoruz biz de onların. Bir soru soracağız deme cüretinde bulunmakla işin alıklığına inandırılmışsak elden ne gelir. Bir yol bulacağız umuduyla yapsak da nafile. İşte hayat bu, diyerek geçebiliriz aslında bir sonraki sayfaya ya da kitabımızı kaldığımız yerden okumaya devam edebiliriz. Başka. Daha önce izlediğimiz bir filmi başa sarmak için bahaneler üretebiliriz. Daha başka. O da yetmezse kendimiz olmaktan çıkıp, büyük bir övünçle başkasına benzemeye çaba gösterebiliriz belki. Asıl başka. Yalnızca bilinçli bir duruştan bahsedemeyiz, o kadar. O da yoksa zaten, denize bodoslama atlamaktan başka çare kalmamıştır demektir. Gelin umut diyelim buna ve bekleyelim durduğumuz durakta. Okudukların, yaşadıkların veya her neyse, bir süre sonra kabuk bağlamış fikirlere çarpmayacak mı? Bu şudur, şu da budur; o halde, burada yok o kişi, demekten daha derin mevzu olduğu aşikâr. Ne oldu da böyle düşünmeye sevk edebiliyoruz kendimizi- kendisi olmayan insan-. Hem sorduğumuz sorulara vereceğimiz cevap ne kadar önemli doğa için? Değişen ne olacak, geçen zamandan başka?
Bazılarımız-bazı bazı; tikel- bu sorunları hallettik, siz daha burada mı kaldınız, diye sesini yükseltebilir hunharca; fakat biliyoruz ki bu tepki de yersiz. Kimse kimseyi umursamadan yaşıyor tahta kümesinde. Bana dokunma. Bizi düşünme. Çok yaşa. Bu da geçer. Etrafta her ağızdan çıkan seslerin karşılığında, kaybettiğimiz hiçbir şeyin olmaması da işin trajik yanını göstermiyor mu zaten? Kendimizi bu kirli gürültünün arasından nasıl temiz çıkarabiliriz, onu düşünebiliriz; ona da çok geç mi kalmadık ne?
Malûm kalabalık eksik eteğini çekmiş, dağ başında zil zurna olmuş vaziyette. Biz hâlâ eksik etek peşinde miyiz, değil miyiz tartışmalarıyla yırtıyoruz kanlı elbiselerimizi. Kan haddini aşmış, neyleyelim. Aranan kan zor bulunan cinstense hele, vay halimize. Ne tuhaf ki tamamlanamamış kuşkularımız bizi olduğumuzdan daha akl-i selim göstermiyor. Açlığımız bizi dizginleyebiliyor mu peki? Hiç sanmıyorum. Gecenin bilmem kaçında, dünden kalan yalanların çekiciliği, kör kütük attığımız her adımın aşırı dağınıklığına dokunuyorsa da gökyüzü karanlığı üstüne hayasızca geçirecek ve biz hiç bir baltaya sap olamadan dağılacağız… Nihayetinde sonuçtan çok çatışmaya tandanslı fikirlerimiz burada kendine yer bulacak. Hem böylesine şuursuz bir haldeyken sonuca odaklanıyor olmamız gülünesi bir eylemden başka nedir ki. Oidipus’ a aldanıp iğneleri gözlerimize batıracak da değiliz aslında. Yazgının bizi sürüklediği hakikat nerede? Onu öğrenmeğe çalışmak da bir bakıma eylemlerimizin bir ayağını haklı çıkarmıyor diyemeyiz? Hangisi doğru, hangisi eksik, meselenin iki ayağı da denk görünüyor çünkü. Ne kadar cüret edebiliriz tüm bu olanlara, işte bu daha sonraki evre olabilir. Hangi yol olduğu pek önem arz etmiyor zira. Yaşandı bitti. Gidenin ardından kapılar da kapanır, nihayetinde. Geriye dönüp arkamıza bakmanın lüzumu yok.
Düşündükçe bunları, böylece ölümün, insanoğlu için ne kadar mukaddes olduğu daha belirgin hâle geliyor. Ölüm neden var? Bu soruyu sormak aptalca, gelebilir size? Ölümden öte köy mü var? Bu soru zaten var ve hatta ‘’orada bir köy var uzakta, gitmesek de kalmasak da…’’ Nasıl da aşufte bir cümle gibi duruyor duvarda. Bütün bunlara rağmen suların iyice bulandığının farkına niçin varmıyor insan? Eskilere, çok eskilere gidiyor aklımızın uç dikenleri. Ne yaptık da böyle yolumuzu şaşırdık? Bu çelişkinin durulmaya ihtiyacı olduğu her açıdan kendini ele veriyor. Başkasından önemli miyim? Annemize bakacak olursak evet, öyleyiz. Başka annelere bakınca da annemizin tezi çürümeyle karşı karşı kalıyor ne yazık ki. Sadece kendi içinde, kısa bir süreliğine. Hepimizin haklı olduğu sebeplerini biz kenara koyarsak elimizde elle tutulacak ne kalır? Soyutlamanın ötesinde bir şey olmalı.
Fakat ne?
Edebiyatın bizden ne bekdiği meselesi, bizim için de mesele olabilir. Ama başkası için daha çok çeşmi siyahımın trajedisi. Durduğumuz yerin bizim için elzem yanı gülünç durumlar çıkarıyor olabilir. Ne denilebilir ki. İsmet Özel’le tramvayda veya metrobüste karşılaşmamız, avrupa birliğine kabul edilmekten neden daha önemsiz sayılıyor; bunu oturup düşünmek gerekmez mi? Elbette bu konuda fikirlerimiz çatışabilir.
Biz kimiz ve niçin dağılıyoruz?