Türkiye’de, birçok taşra krizi anlatısı olan filmler mevcut ve halen daha devam etmekte. Bunu da en iyi yapabilen hiç kuşkusuz, 90’lı yıllarda sinemaya yeni bir akım getiren ve uluslararası başarıya imzalar atmış, yönetmen Nuri Bilge Ceylan’dır. Taşrayı en iyi bilen o değil elbet. Türkiye’de son 10 yılda bir film artışı var. Bu filmlerin çıkışını sağlayan kaynak, herkesin ve sektörün de bildiği üzere Sinema Genel Müdürlüğü’dür. Bakanlığa giden dosya sayısı da, hesaplamaya cüret edilmeyecek kadar fazla. Her yıl Sinema Genel Müdürlüğü sayesinde 100’ü aşkın film çıkıyor ortaya. İlk filmini çekecek yönetmenler olsun, kendini ispatlamış yönetmenler olsun, ortaya bir ürün çıkarmak için, projelerine destek alıyorlar. Genel olarak, kültürel düzeyde etkili evrensel projeler ve sanatsal niteliği kuvvetli olan projeler destek alıyor. Şehirden kaçan bir sinema anlayışı mevcut. Belki de genç ve ilk filmini çekecek yönetmenler, şehir hikayelerini anlatmak zor geldiği ve maliyetli olduğu için Anadolu bölgelerinde yeni hikayeler aramanın daha avantajlı olduğunu düşünüyordur. Belki de öyledir gerçekten… Ben de çekeceğim ilk uzun metrajlı filmimi taşraya taşıdım.
Kolaya kaçma eğilimi diye sıfatlandırılan bu yaklaşım, gerçekten bir argüman olabilir mi diye düşünmüyor da değilim. Acaba, taşralı mı taşrayı anlatabilir, yoksa hiç taşra bilgisi olmayan birisi mi anlatma derdine girsin? Tartışmaya açık bu konu üzerine tez yazılabilir, hatta yazılmıştır. Film festivallerine gidip, daha önce festivallerde film izlememiş ve karambole gelmiş insanları görmek hiç de zor değil. Emin olun, o insanların izledikleri filmleri kendilerine sormaya cüret edemezsiniz!
Antalya Film Festivali’nde, ayaküstü bir izleyici kadına sormuştum: ”Filmi beğendiniz mi?” dedim. Kadın: ”Bu tarz filmleri izleyemiyorum. Ama arkadaşımın ısrarı ile geldim. Bir kasabada neden bu kadar melankolik olur insan?” dedi. Benim cevabım ise: ”Taşra anlatısı kuvvetli olan filmler mevcut, doğru. Melankoli çağrısı olan drama filmleri, insanın kendi ile yüzleşmesini sağladığı için sıkıcı gelebiliyor. Sanatsal düzeyi kuvvetli bu kadar ağır depresif filmler, taşrada daha kuvvetli olduğu için, şehirli insanların da betona ve egzoz kokusuna burunları alışkın olduğu için taşraya yabancılaşabiliyor. Bu tarz filmleri yapmalarının sebepleri; bizlerin, yani izleyicilerin veya bir sanatçının, entelektüel bir akımın günlük hayatlarına didaktik bir eğilim yaratmak. Hemen hemen her yönetmen, “didaktik film yapmadım” diyor; bunun sebebi ise hikayesindeki sinematografinin bozulmamasıdır. Bizlerin standart ve sınıflandırılmış hayatı, ağır ve sanatsal düzeydeki filmleri izlemeye ve bu filmlerin taşrada yansıtılmasına gelemiyor. Entelektüel kesimin, bu alanla ilgilendiği sanatsal filmleri izlemeye siz veya başka bireylerin popülerist sinemaya yakinen ilgilenmesi kadar doğal bir durum yoktur. Sizi eleştirmek yanlış olur. Acaba Türkiye’de veya dünyada bu tarz filmler neden yapılıyor diye düşünmeniz daha doğru olur.” gibi cümleler kurdum ve sonra kadının cevap vermemesi hiç hoşuma gitmemişti. Antalya’dan ayrıldıktan sonra Semih Kaplanoğlu’nun Yusuf üçlemesini izlemiştim aynı gün içerisinde. Daha önce izlemeye fırsatım olmamıştı. Bir taşra hikayesinin, sondan başa doğru ilerleyen film serisi, Semih Kaplanoğlu’nun olgunlaştığı üçleme olarak da tarihe geçti.
Türkiye’de taşra akımı, gerçekten kolaya kaçmak için mi yapılıyor bilmem ama, taşrayı iyi anlatan filmleri izlemek keyif verici. 2018 yılında çekeceğim ilk uzun metrajlı filmim de taşrada geçiyor. Bunu saklayamam elbette. Bir taşra hikayesi anlatmak, bir şehir hikayesi anlatmaktan bile zordur. Bunu iyi yapan yönetmenlerin çekim süreçleri araştırıldığı zaman, gerçekten Türk Sineması’nın taşra ile imtihanını açık bir şekilde görmek mümkün olacaktır.