Beni Kör Kuyulardan Alan Şarkıların Grekçesi*

Kahrımdan damarlarımı ovuşturduğum gri bir pazarda uyandım yine. Kargaların damlara çıkmayı marifet sandığı bir gün yahut. Güneşin bu pejmürde halimden haberi yok henüz. Duvara bakıyorum da niçin okuyamıyorum zamanı? Dün gece yastıkla aramıza mesafe koyarken de duvarda değildi bu zaman. Aslında uyandığım odaların duvarlarında hiç zaman yani saat olmadı. Hatırlamıyorum demekle eş değer bu belirtme; çünkü geçmişte kaldı. Ben saati olan duvarlara bakmaya alışığım artık. Bu zamandan sonra alışkanlığımı değiştirmek niye? Salona geçtim ve oradaki saate baktım. Bugün ne yapacağım Allah’ım? Çıkacak bir kapı göster. İnanmıyorum bu yakarışıma çünkü dışarı çıkmak içimden gelmiyor. İçi geçmiş bir bezginlik bedenimi sarmış terk etmiyor bir türlü. İyi de akşama kadar bunları düşünüp zamanın ekmeğine yağ sürmek de istemiyorum. Henüz çok erken vakit. Erken kalkmış olmanın melankoliğiyle gözlerimi ovuşturuyorum bu defa. Yüzümü yıkamadan çay suyunu ocağa bırakıyorum. Çayımı yudumluyor ve kafamın içindeki düşüncelerle duvara bakıyorum. Bu yazının yazma sebebini hatırlıyorum ansızın. Günlerdir dinlediğim sanatçıyı sizden saklayacak kadar ketum değilim ne yazık ki. Bu pazar erken uyanmamın sebebi biraz da bundandır. Stratos Dionisiou, açıyorum sonuna kadar sesini. Odanın içi müzikle doluyor, o kadar ki sığmıyor dağılıyor salona, koltuklar ise hasedinden sırt çeviriyor bana.

Haftalardır dilime takılan bu şarkıları kulağımın pasını silerek saklıyorum avuçlarımda. Şimdi değilse ne zaman yazacağım? O ki bazen boğulduklarını bile anlayamıyorum. Bunun için kelimeleri rastgele dile getirdiğim düşünülmesi beni fazlasıyla üzer. “Geraki tis Pistas’a”. Sahnenin şahini lakaplı bu Yunanlı bestekâr ve şarkıcının sesi duvarların boyasına sinmişçesine ağrılı bir yumruk bırakıyor kulaklarıma. Dinleyenleri pençesine aldığı gerçeğiyle yüzleşiyorum; fakat çok geç bunun için demekle yetinebileceğimi hınzır bir gülüşle geçiştiriyorum. Eşlik edebilme marifetim olsaydı gene susmayı denerdim herhalde; çünkü eşlik edersem onun sesini duyamayacağım ve ezgilerinden mahrum kalacağımı bilirdim. Hem şarkılara eşlik etmek yazgısına kapılamayacak dirayetim var. Kakofonik sesimle buna dayanamayacağımı bilmenin payı yok değil hani. Bir an düşünüyorum şarkıcının kendisi bizim kadar hazza erişiyor mudur? Söyleyenlerden daha çok şanslı olduğumuzun en büyük kanıtı bu değil mi sorarım sizlere? İyi de hüzne bürünmenin neresi şans? Dostoyevski ya da Kafka yazdıklarından bizim kadar acı duyduğunu kim iddia edebilir ki. Yazmak ve söylemek, dinlemek ve okumak kadar hidrojen peroksit bulundurur içerisinde diyerek sayfayı çeviriyorum.

Bu şarkılar sokaktan geçenlerin kulaklarına dokunuyor mu, diye müthiş merak etsem de perdeyi aralamıyorum dikizlemek için. Yok yok bunları düşüneceğime şarkılara kendimi bırakmalıyım. Bunları yazarken “Me Les Agapi” şarkısının notaları aralık olan pencereden dışarı sızıyor. Umursamıyorum kaçışlarını. Bunu anlayabileceğimiz sözcüklerle söylemeyeceğim desem de tutamıyorum yine: “Sen bana aşk diyorsun ama ben senin aşkın değilim”. Bundan şüphesi olan kalksın, çünkü ispata davet ediyorum. “Me Les Agapi”. Bağırsam duyabilir mi sokağın sakinleri? Bu soru değil sayın sakinler, üzerinize alınmayın. Gözlerinizdeki örtülü alaycılığı sezdiğimden vazgeçiyorum bu tuhaf düşünceden. Yeni şarkıyla çayımı tazelerken yakaladım ellerimi. Sabahın köründe çayın ne işi var. Hangi düşüncede boğuldu kaldı onca içecek? “Ke Tote Monos”. Yalnızlığımın ağrılarını sofraya sererek rahatlatıyorum duygularımı. Notaların kuyruklarına basmamışçasına umursamazlığım ayaklarıma dolanıyor. Ne yapsam kendimi buradan çekip alabilirim. Kapıyı açıp gitsem bulabilir miydim şarkıların doğduğu sokakları. Kim için bu fedakârlık? Kim için bu çocukça yalnızlık şarkıları?
Çaydanlıktan yükselerek uğuldayan dumanın tavana çarparak kayboluşuna dalarken yakalıyorum gözlerimin mayhoşluğunu. Ateşi kıssam şarkıların sesini kısabileceğim korkusu ağır bastığından vazgeçiyorum ve altını daha da açıyorum çaydanlığın. Buharın suratımı ele geçirilişine susma hakkımı kullanarak sonraki şarkının beni götüreceği şehirlerin caddelerinde göz göze geldiğim insanları düşüyorum. Aynı masada oturuşumuza, aynı denizde yıkandığımıza şaşırıyorum ve Heraklitos’un da yanılabileceğini anlatıyorum az zorba halimle. Ve şarkılar çalmaya devam ediyor. “Ipokrinese”. İkiyüzlü anlamına geldiğini öğreniyorum. Dolanıyor gözlerim, endişe duyuyorum tanıdık ikiyüzlü birini bulacağım, diye. Şarkı bu, şarkı. Gerçeğe dön ey kendim. Şarkıya dön. Kendime dönerek kaçırıyorum kendimi oradan. Yüzleşebilir miyim kendimle? İkiyüzlü olmanın gülünçlüğü bizi fazla korkutmuş olmalı ki şarkıyı çeviriyorum. Karşıma çıkan şarkıyla pencerenin camlarını aralıyorum. “Kratise Me”. Çabucak çeviriyorum anlayabildiğim kelimelere ve sarıl bana dediğini öğreniyorum. Sözlerin ezgiyle bütünleşmesine avuçlarımı sıkarak meşk edişimi saklıyorum. Bu nasıl bir ses ve şarkı. Bir soru değil, bir nidâ!.. “Me Skotose Giati Tin Agapousa”. Kulak verin bu sese, bu şarkının sözlerine:

“onu sevdiğim için beni öldürdü
çünkü ona küçük bir çocuk gibi davranıyordum”

Uykularımı kaçıran bu şarkıları daha ne kadar abartabilirim. Abartarak gerçekliği ortaya koyabileceğimi de biliyorum. O halde bırakalım şakısın bülbüllerden ödünç aldığımız bu gırtlak. Söylesin ki yaşamaktan aldığımız noksanlığı biraz daha noksana uğratabilelim.

“ne istersen söyle, kalbim, zararı yok
seni bir kez daha affederim”

Son Yazılar

Harun Aktaş Yazar:

''Toparlanın gitmiyoruz''