Kaybolan Bağların Çapraz Yırtığı*

Herhangi bir geceye kaldığım yerden devam ediyorum. Masanın başına geçmiş karşımdaki duvara bakarak kafamın içinde hayasızca debelenen kelimeleri ikna etmekle uğraşıyorum. Ne kalmış olabilir ki payıma düşen? Yazmaya başladım ya bu asabiyet neyin nesi. Pekâlâ anladık da o klasik yazarlardan sonra hâlâ yazıyorum deme cüretini nereden buluyorum kendimde? Hayret etsem ne olur, hakikat apaçık ortada. Yaşar Kemal, Bilge Karasu ya da Dostoyevski’yi düşünmeden bir insanın aklına nasıl gelebilir ki yazmak. Saydığım isimler çoktan öldü. Bu gerçek, yazıyor olmamdan daha korkunç, evvela bunu bilelim. Daha başka yazarların adını anarak ölü evine çevirmek de yakışık olmaz sanki. Bu aralar yeterince ağrımız ve kaybımız var zaten. Yazdıklarıma müsvedde de diyemem, zira İsmet Özel, “Bir Yusuf Masalı” şiir kitabına müsvedde deme mütevazılığı göstermişti. “Ossaat “Breh.. hüsnü Yusuf’un yanağı mısın be mübârek”. Bu saatten sonra yazdıklarıma bunu diyemezdim herhalde. Yazmak zorunda değilim. Bunu çok iyi biliyorum. Kendi adıma bunu şeffaflıkla söyleyebilirim. Ama bir yandan da yazmasaydım bunları benim ne düşündüğümü nereden bilecektiniz? Şunu da söylemeden edemeyeceğim; benim için konuşmaktan çok daha kolay yazmak. Felsefecilerin buna bir şey dediğini hatırlıyorum da bilmezden gelmek işime geliyor şimdilik.

Nihayet, “neden yazıyorum” sorusuna cevap verecektim ki bu sefer George Orwell’ın “Neden Yazıyorum”, adlı deneme kitabına rastladım ve hemen vazgeçtim bu ısrarımdan. Bu yüzden ne yaparsam yapayım işin içinden çıkamayacakmışım gibi geliyor bana. Kitabı okuyanlarla daha iyi anlaşabiliriz gibi geliyor bana. En iyisi okumak mı dersiniz yoksa. Neden okuyoruz sorusu daha sorunsuz, daha masum gelmiyor mu kulağa sizce de. Yine de yazıyorum demekten daha karizmatik gelmez okuyorum demek. Kabul edelim, biz bizeyiz şurada. Yazıyorum dediğinizde Aa!.. ben de yazıyorum, diyen bir şahsiyet anında karşınıza çıkar, bu kaçınılmazdır. Fakat okuyorum, diyene çok sık rastlamazsınız etrafta. Okumakla iliği duyduğumuz sözler hariç ama: çok okuduğun için kafan karıştı… çok okumaktan oldu… okuyup da âlim mi olacaksın…biz okuduk da ne oldu, vesaire vesaire. Hemen bir örnekle taçlandıralım. Yıllar önce bir atölyede tanıştığım biriyle sohbete daldık, ne olduysa laf edebiyata geldi. Şiir yazdığını söyleyince hangi şairleri okuduğunu sordum ben de. Hiçbir şairi okumadım, diyerek cevapladı sadece. Ayrılmak üzereydik zaten. Gitti. Geri döndüm. Şiir yazmaya devam edecekti. Belki de onun yazdıklarını okuyorsunuzdur, kim bilir. Neden şiir okumadığını kendince makul olduğunu düşündüğü bir iki sebep de öne sürmüştü ayrıca. Nereden geldik buraya diyecek olursanız da inanın bilmiyorum. Kafamın içindeki dağınıklığı daha fazla saklamayı beceremedim sanırım. Hatta bu dağınıklığı biraz daha ileriye götürerek yazdıklarımı kim neden okusun, diyerek tartışmaya da götürebilirim. Üstelik bunca yazar varken. Yazma arzusu fena halde ağır basıyor. Ağzında ne geveliyorsun be adam, yazacaksan yaz işte, diyesim var da kayda geçsin istemiyorum. Kendi kendime konuşmaktansa size bir şeyler anlatmanın kaçınılmazlığına sığınıyorum sadece. Birlikte yas tutmak, birlikte gülmek gibi. Yazmayı bitirdikten müthiş bir rahatlama ve bekleyişle baş başa kalırsınız. Bu haz başka bir şey, bunu başka bir gün siz uyurken yazarım. Durun bir dakika, yas dedim ya pek yakın zamanda bitirdiğim bir kitaptan bahsetmeden edemeyeceğim. Kulübümüzdeki bir arkadaşımızın uhulet ve suhuletle önerdiği bir kitap: Johann Hari’nin “Kaybolan Bağlar”. Şu pasajı paylaşmadan geçmek istemiyorum:

“Neden yas tutuyoruz? Sokağın karşısında oturan bir komşum öldüğünde, onu tanımıyorsam şayet, ‘ ailesine yazık diyebilirim ama yas tutmam. O kişiyi seviyorsam yas tutarım. Sevdiğimiz için yas tutarız.” s.57.

Bu satırlara itiraz edebilirsiniz, amenna. Ama biraz uzaktan baktığımızda kelimelerin anlamı berraklaşıyor. Ateş düştüğü yeri yakar anlayışından farklı bir konumda bu söylem. Hemen çocukluğuma gidiyor hafızam. Sokağımızda biri öldüğünde herkes yas tutardı. Yas tutulduğunu da babamın ve diğer erkeklerin sakallarını uzun bir süre kesmediklerinden anlardık bunu. Bir de radyo/televizyon ya açılmazdı ya da kısık sesle bize eşlik ederdi. Nerede o eski yaslar diyecek halimiz yok elbette; ama bu bölüm şuan için bizim bulunduğumuz dönemi net bir şekilde izah ediyor. Aslında yas olayını şuraya bağlıyordu yazar. Zaten kitabın bütününde ekseriyetle durduğu nokta depresyon ve depresyona sebep olan sosyal etkenlerdir:

“ Ya depresyon aslında yas tutmanın bir biçimiyse. Olması gerektiği gibi olmayan hayatlarımız için tuttuğumuz bir tür yas?” s.61.

Bu soruyu hayatlarımızdaki büyük değişimi göz önünde bulundurarak cevaplandırabilmemiz mümkün. Bu düşünme tarzına yazarın verdiği tepkileri öğrenmek için kitabı alıp okumanız gerekiyor maalesef. Geniş bir araştırmanın sonucunda kitabın oluştuğunu unutmamalıyız. Yani kişisel bir tecrübeyle beraber sosyal bir deneyimi de aktarıyor. Öyle ki; depresyonun beyinden çok hayatımızla ilgili bir sorundan kaynaklanabileceğini öne yazıyor. Kusurlu olan şeyin kişiden çok çevreden olduğunu eklemeyi de es geçmiyor. Daha vahimi ise yalnızlığın vahametinden dem vurmasıdır. Yalnızlığın zihnimizdeki yerini tartışmaya açacak değiliz. Yalnızlık bize ulaşılması bir zirve gibi gelir çoğu zaman. Karizmatik gelir bize bu türden insanlar. Severiz yalnızlığı. Lisa Berkman adındaki bir bilim insanı dokuz yıl boyunca yalnız insanları ve pek çok kişiyle bağları olan insanları araştırırken o zaman zarfında yalnız insanların ölüm riskinin iki üç katı daha fazla oluğunu bulmuş. Son tahlilde geldiği nokta şu: önce yalnızlık hissi, ardından umutsuzluk ve derin üzüntüden sonra gelen depresyon. Kendisi insanın sosyal bir varlık oluşuyla alakalı olduğunu okuruz kitapta. İnsanın evirildiği kabile dönemini hatırlayınca ortaya atılan bu kuramın ispatı da kolaylaşıyor. Yalnızlıktan kurtuluşun reçetesini de yazarak kaybolan bağların başka sebeplerini aramaya çıkar. Kitap, bunun gibi bir sürü araştırmayı içeriyor. Dünyanın farklı bölgelerinde yaptığı bu araştırmaları insanların deneyimlerden de yola çıkarak lüzumundan fazla kullanılan antidepresan ilaçlarından nasıl uzak durulması gerektiğine dair çözümleri deneyimleriyle yazıyor tabii. Yazarın kendisinin de depresyonun eşiğinden döndüğü bilgisini de verelim. Kitaba şu sözlerle son verir: “Çoğu uzun süredir kabilesiz ve bağlantısız yaşıyoruz. Hepimizin eve dönme zamanı geldi.” Özellikle 1890’larda bir kabileye mensup birinin antropoloğa söylediği sözü buraya bırakıyorum: Anlamadığım bir hayat yaşamaya çalışıyorum”. Ağırlığı altında ruhumuzu yaraladığımız bu süngülü sözün hepimizin ağzından çıktığını farz edelim ve öyle yaşamaya gayret edelim bakalım: Anlamadığımız bir hayat yaşamaya çalışıyoruz.

.
Johann Hari, Kaybolan Bağlar, Çev. Barış Engin Aksoy, Metis Yayınları, 2019

Son Yazılar

Harun Aktaş Yazar:

''Toparlanın gitmiyoruz''