Sözcükler ve Böğürtlenler

Bir sabah terasa doğru uzanan böğürtlenleri koparırken buldum kendimi. Uzun bir gecenin koynundan kovulmuş zavallı bir kedi gibi. Yazıyı burada bitirebilirdim; ancak nereye evirileceğini görmek için devam ediyorum. Öykü olarak başladım ama köklerinden koparılmış acayip bir deneme olursa da hiç şaşırmayacağım. Yedi hafta önce bu yazının başına geçmeden önce günlük rutinim koltuğa oturup öylece bakmaktı duvara. Bunu başta yazıyorum ki anlatacaklarıma bulaşmayı marifet sanmasın böğürtlenler. Arada kalmışlıktan dem vuran müthiş bir üşengeçlik vardı üzerimde, evvela bu konuda anlaşalım. Uzunca laflar, ağdalı cümleler sarf etmekten alıkoyuyorum kendimi. Neden yazmamam gerektiğine ikna ederken yakalıyorum parmaklarımı ve bundan her defasında anlamsız bir şekilde haz alıyorum. Arzum istekten daha ağır basıyor anlaşılan. Böyle saatlerce, günlerce sürüyor bu telaş. Siliyorum yazdıklarımı, başından kalkıyorum masanın, pencereden bakıyorum, inşaat işçilerinin fotoğraflarını çekiyorum odanın içinde dönerek… bu böyle uzar gider. Böğürtlenleri koparmak fikrini hemen kabul ediyorum. Sözcükler beklemeye devam ediyor tabii, kim bilir ben öyle sanıyorum belki. Belki de. Belki kadar kesinlik içermeyen cümleler iliştiriyorum satır aralarına. Kelimeler akmıyor bir türlü. Tıkanıyorum, harfler parmaklarımın arasından kaçarken telefonun ekranında sonra ararım dediğim isimlerle göz göze geliyorum. Aramayı ertelediğim arkadaşlarımı bile aramamaya devam ediyorum. Neden yazamadığımı iyice düşünmek için Almanya’daki kardeşimin yanına gidiyorum. Davetine icabet ediyorum bir bakıma. Dükkânını süpürüyorum, yeri geldiğinde bulaşık yıkıyorum. Bahçedeki ağaçları buduyorum. Kaldırıma fırlayan yaprakları topluyorum. Hakkettiğimi düşünerek Alman markası bir makineden amatörce bir dokunuşla yumuşatılmış amerikano içiyorum. Kahrolsun amerika şebelekleri!..

Tüm ciddiyetiyle hayat devam ediyor. Kahve kokusu böğürtlenlerin renklerine karışarak endamını gösteriyor. Payıma düşeni alıyor ve Almanlara selam veriyorum kendi dillerinden. Tanıdığım ünlü kişilerin öldüğünü öğreniyorum çok geçmeden. Bir sevdiği ölmeyen kişiler, mezarlıktan korkar sözünü duyuyorum birinin ağzından. Yangınları ekranlarda cirit atarken yakalıyorum. Buradaysa sokaklar baştan aşağı sakinlikle cebelleş durumda. Mezarlığın içinden geçiyorum. Buradaki ölülerin mezarları bile haddinden fazla düzenli. Bu sözü dondurup cebime atıyorum. Bu öylesine kenara atılacak bir laf olmamalı. İntihar haberlerine rastlıyorum bu defa. Bir annenin intihar ettiğini söylüyor annem. İki hafta sonra oğlunun düğünü olduğunu eklemeyi ihmal etmeyerek. Annenin oğlunu cezalandırabilme ihtimali geçiyor gözlerimin önünden. Bu ölümden kendini suçluyormuş oğul. Sıkıcı bir filmden alıntı gibi ama apaçık hayatın içinden. Bak işte, Bir Zamanlar Anadolu. Bunu düşünelim isterseniz. İsterseniz filmi de izleyebiliriz.

Bu meşum intiharın üzerinden iki hafta geçti bile. Taziye süresi bitti bile. Düğün yapıldı mı emin değilim. Hiç sormadan, ama sormasam da sohbet arasında konusu geçecek diye böğürtlenleri koparmaya devam ediyorum. Düğün, ölüm ve böğürtlen bu kadar mı yakışmaz birbirine. Son kullanma tarihi geçmiş yakışıklı bir parfüm kokusu gibi burnumun direği kırılıyor. Birbirimize daha nobran bakıyoruz. Yoldan geçenler. Bir yerden başka bir yere sürüklenenler. Kalanlar. Gönderilmeye ramak kalanlar. Politik gündem hızlı değişir sanıyorsun ama yanılıyorsun, çünkü çok hızlı değişiyor. Bugün hakkında birkaç sarf etmek istesen ne olur sanki. Gelecek kaygısı uzak görünüyor. Ölüm var diyorum, geçer diyorum, geçiyor. Bunları söylerken aradan bir sürü yıl geçmiş meğer. Geçen ne peki? İçimizdeki kırıklar, içimizdeki dertler niçin zamana karşı direniyor? Bir yazar muhakkak buna dair bir şeyler söylemiştir; fakat umursamıyorum. Kapalı kapıların arkasında üzülüyor muyum bu halime, yoksa gülüyor muyum aynadan bakarken. Soru işareti koymayınca sorudan muaf tutulur mu cümleler. Bu da bir soru. Canım fena halde sıkılıyor kelimelere. Kendime üzülecek oluyorum, fazla abartıyorsun deyip başka yöne çeviriyorum dertlerimi. Kelimeler düşünsün yerime. Almanya’da Türkçe, Kürtçe, Arapça, Almanca, Rusça. Urduca kelimelerden yalnızlık yapıyorum kendime. Etraftaki göçmenleri izliyorum öylesine. Marketlerin ucuzluğuna hayret etmemeye çalışıyorum. Trenlere biniyorum Deutschlanticket’ı (58 Euro. sınırsız akbil gibi, ye iç dolaş) sonuna dek kulllanarak. Her defasında kondüktörün gelişini bekliyorum. Boşuna mı alındı bu kart. Kontrole gelmediği her sefer biraz daha üzgün bakıyorum camlardan. Durakları geride bırakıyorum. Etraftaki birbirine benzeyen evler sıkmaya başlıyor. İnsanların ağzından çıkan kelimeleri topluyorum. Kelimelerin dini mi olur Allah aşkına? Kelimeler işte aynı harflerden oluşan farklı diller. Nasıl oluyor da bu kadar anlaşılmaz oluyorlar. Bu kelimeleri Eminönü ya da Kapalıçarşı’da da duyabilirdim ama Elvin Presley’in askerlik yaptığı şehirde kulaç atıyorum: viva Friedberg. Nazilerin yaktığı sinagogun fotoğraflarını teğet geçiyorum. Nazi, Presley ve Yahudi. Nasıl aynı anda var olabiliyorlar böyle? Bu kadar küçük müydü dünya sahiden. Küçükken de Hristiyan kelimeler dolaşırdı etrafımda. Kürtçe. Türkçe. Süryanice. Arapça. Mahalmice.

Almanya’daki buğday tarlalarının arasından geçiyorum. Buğday aynı buğday, aynı gökyüzü. Doğaysa yabani, el değmemişçesine mağrur. Kendi halinde. Duvara tırmanan böğürtlenler, buğday, mısır tarlaları az ötede tren istasyonu. Havalimanları, otobüsler, kafeler, lokantalar bizim orası dediğimiz yerli malı insanların gırla dolaştığı meydanlar. Asyalılar olmasa Avrupa aç kalacakmış gibi birbirinin kuyusunu kazan yerliler. Dükkânların isimleri yerli. Harfler de. Göçmenler gezmeye devam ediyor. Küçük Yakup nehrin kenarında oynuyor. “Yakup, hadi eve gidelim” diyor annesi ana diliyle. Yakup’un geldiği yer neresi acaba? Yakup umursamıyor. Yakup oynamaya devam ediyor. Anne çekirdek çitlemeye devam ediyor.

Yakup’un varlığını çekemeyenler var. Çok önceden göç edenler, yeni göç edenlerden pek rahatsızlar. Geldiler ve buranın huzurunu bozdular diyenlerin ayak izle kabarmış durumda. Kimse kimseyi çekemiyor. Kimse okumuyor, zorunlu eğitimi geçtikten sonra meslek öğrenip hemen iş hayatına atılıyor. Memlekete para göndersem. Yazlık alsam gül gibi geçinirim hasretle bakan gözleri tarıyorum. Kocalarını fırsatını bulduğunda terk edenler. Çocuklarını görmeye giden babalar. Ne gerek var okumaya deyip gayet makul fikirler öne sürenlerin arasında ayaklarım geveliyor. Kimsenin elinde ne bir kitap ne kimsenin evinde bir kitaplık. Uzaktan fazla cilalı görünen hayatları görmezden mi geliyoruz yoksa? Herkesin garajında en az bir arabası, okey takımı üst ya da alt katta hazır bekliyor. Bisikleti araçtan saymayanları bir kenara bırakamayız. Demir yoluyla her an her yerde olabilme ihtimali pek fiyakalı. Trenler saatinden istasyonda oluyor, grevler dışında tabii. Anonslar sadece Almanca. Kaçak binen olursa da affı yoktur. O yüzden atlattım onları dediğin anda karşında belirebiliyorlar. Bizden habersiz kuşlar uçar ama sizler kaçamazsınız dercesine soğuk bakışları altında ezilirsiniz.

Sert olsalar da kimse bağırmıyor. Kimse çığırmıyor. Kokusu başka ama şehirlerin, köylerin. Büyük şehirler dışında gündüzleri akar zaman. Güneş batmaya yüz tuttu muydu her yer karanlığa bürünür. Alışık olmadığımız bir hayat akışı bu. Her tarafın ışıl ışıl olmasına o kadar alıştırılmışız ki karanlığa denk gelince ya yolumuzu değiştiririz ya da çabucak geçeriz içinden. Karanlık bizim için korkulacak bir renktir çünkü. Tasarruf kelimesine çok yabancıyız ne de olsa. Devlet sokakları aydınlatmak zorundadır. Vergi veriyoruz ve önümüzü görmek istiyoruz haklılığıyla yastığa başımızı öyle koyarız. Açık kalacak sabaha kadar o ışık. Yeşil alana dakikalarca arabaya gitmenin lüzumu yoktur. Çünkü kapınızın önü zaten yeşildir, ille de sosyalleşmek istiyorum diyorsanız da bir kilometre gitmeniz kâfi. Tepeden bakınca da yeşil. İçine girince daha da yeşil. Kimse selam vermeden seni es geçmez. Etraf birbirine benzeyen insanlarla dolu. Çevre değişmiş olmalı. Sandalyeler, Banklar zincirle kilitlenmiş durumda. Soruyorum sebebini. Çalıyorlar azizim, çalıyorlar, diyorlar. Damağı kebap, döner, lahmacuna alıştırılmış Almanlar. Martıların simide alıştırılmasından daha garip gelmiyor. Kültür çatışması ise kaçacak delik arıyor kendine. Daha fazla güneşe maruz kalmadan böğürtlen yemeye kaçayım en iyisi. Ezilenlerin dünyasında ezenler böğürtlen yerken ezilenler ise böğürtlenleri budamaya devam ediyor. İşte buna kapitalizm işte buna mecburiyet diyorlar.

Son Yazılar

Harun Aktaş Yazar:

''Toparlanın gitmiyoruz''