“Ölüm Gibi Bir Şey”

Ölümden öte ne vardı? Köy mü, kasaba mıydı yoksa uzaktaki bir kent miydi? Ölüm ise Allah’ın emri. Burada bir duralım hele. Tam da ölüme ramak kala duralım hem de. Üstü örtünmemiş, açıkta unutulmuş hislerimizin esiri oluruz çoğu zaman. İçimiz geçer. Karalara bağlarız. Karanlık içimizden geçer. Ama ya zarif, nahif olanlar… dünya, zindan gibi gelir. Gibi dizisinin finalini izledikten sonra salonda dolandım ve birden mutfağa geçtim. Hislerim o yönde fısıldadı sanırım. Sığınacak daha sakin, sıcak bir yer bulamadım belki de. Ne yapacağız şimdi? Ne yapacaktık bundan sonra? Ne hissediyordum? Gözlerim nemli miydi yoksa bana mı öyle geliyordu, değildiyse ne? İçimde bulanık bir üzüntü mü vardı? Doğru neydi ve abartılmayacak kadar sahici olan hisleri bu kadar sırnaşık yapan neydi? Alt tarafı bir dizi, geç işte diyemeyecek kadar üşeniyordu kelimeler ağzımda. Farkında olarak ya da değil, kendi gölgemizin aciz suretini mi seyrediyorduk? Birileri aynayı bize çevirmiş olamaz mıydı yani. Finali bu yüzden mi tökezletti miskin duygularımızı. Bakın, sizi nasıl da dâhil ettim bu oyuna? Tahammül sınırı bu kadar geniş miydi hayatın? Bu kadar da aptallık ve yoksulluk nasıl mümkün olabilirdi ki aynı anda. İşimiz yok. Aşımız yok. Evimiz hiç yok. Bakabilecek soğuk renkli duvarlarımızdan başka hiçbir şeyimiz yok. Yok, işte yok. Sahibi olduğu vatkalı ceketten başka neyi vardı Yılmaz’ın? Yılmaz, bir şey demişti sanki gitmeden: nasıl olur da bizim gibi insanların sevgilileri olur, diye? Meraktan geldiklerini; fakat bizi tanıdıktan sonra da çekip gittiklerini ekliyordu sarf ettiği kelimelerinin arkasına. Diziyi övmek için fazlaca sebepler, epizotlar olsa da girmeyeceğim o konuya. Buna karşın dizinin haçsız birlikleri aklıma bile gelmiyor. Yılmaz, İlkkan ve Ersoy’u nasıl bilirdik? Hakkımızı helal ediyor muyuz? Ağzında lafı gevelemeden yekten ediyoruz, diyebiliyor muyuz? Bildiklerimiz bizde kalsın şimdilik, siz düşünedurun. Kim ne düşünürse kendi payına düşeni alacak zira. Birbirlerine her şeyi yapabilecek kadar pervasızken nasıl olur da birkaç saat sonra hiçbir şey olmamış gibi aynı evin içinde gölgelerine tahammül edebiliyorlardı? Fiziksel şiddete uğramadan nasıl tartışma bitirilir, yine burada gördük. En saçma dediğimiz ne varsa. O kaba bedenlerin içinde nerede duracağını bilen sağlam bir iradenin saklı olduğunu defalarca gösterdiler bize. Bu yüreklilikte kaç kişi var etrafınızda. Doğru ya bu karakterler tamamen hayal ürünüydü. Gerçek kişilerle hiçbir ilişkisi olmadığı gibi gerçek dışıdır. Ama gerçeğin bir kesiti olacak kadar da gerçekti. Bizim suretimiz kadar.
Zora düşerken birbirlerinin yardımına koşan da yine onlar değil miydi? Çaresizlik miydi onlara bunları yaptıran yoksa mecburiyet mi? Tamah edilecek bir hayatları olmamasına rağmen kendilerinden başka sığınacak kimseleri olmadığı için olabilir miydi? Varoluş felsefesinin işi ne, bir zahmet bakıversin bu sorumuza yahut İlkkan:
“Gerçekten bazı şeyler dilde başlıyor”
Yüzümü yıkamak istiyorum, diyorum, suların sabahtan beri kesik olduğu gerçeğiyle musluğu açarken karşılaşıyorum. Şaşkınlık desen değil, içimde biriken hislerin dağınıklığına mı delaletti bu anlamak güç. Yılmaz öldü. Buna üzülmeliydim. Dedik ya, hayali karakter de olsa üzülmeliydim. Hayallerimiz bizi dinç tutmuyor muydu yoksa? Neden hayali karakterlere üzülmeyecekmişim ki. Okuduğumuz masallar burada imdadımıza yetişiyor. Nihayetinde Yılmaz, sadece bir suretti. Üzüldüğümüz başkası, belki de biziz. Sevmek Zamanı’nın bu işle hiçbir ilgisi yok gibi desek de kesinlik içermeyecek bu yargı.
İlkkan öldü. Yılmaz’ın ölümünü henüz atlatmamışken İlkkan’a nasıl üzülebilirdim ki. İyi de Ersoy da öldü. Aynı anda üç insanı kaybetmenin derin üzüntüsüyle boğuşuyordum. Biri ansızın kapıyı çalsa. Hayırdır nedir bu üzüntü, diye sorsa. Bir yakınınızı mı kaybettin, diye ısrarla devam etse mantıktan geçirilmiş sorularına. Olmaz bu kadar saçma şey dese yüzüme yüzüme. Başka söyleyeceğiniz söz yoksa kapatıyorum kapıyı desem ben de. Sürahiden su dolduruyorum bardağıma, siz de içer misiniz, diye gelişine bir soru yöneltsem. Ona bir karşılık vereceğim. Kana kana içiyorum suyu. Bıyık altında kendi halime gülüyorum. Amma da yaptın be mübarek. Geç bunları geç. Okullar kapanacak. Şezlonglarda esmer bedenler. Kumdan hayatlar. Sene bitecek. Başka bir sene başlayacak yakında. Yaz geçer. Şairler ölecek. Kaldığımız yerden devam edeceğiz üzülmeye. Pencereyi açıyorum:

“Geleceğim, bekle dedi, gitti..
Ben beklemedim, o da gelmedi.
Ölüm gibi bir şey oldu..
Ama kimse ölmedi.” (Özdemir Asaf)

Gibi bitti. Gibi gitti. Öldüler. Balkonda çiçekler. Karşıda kentsel dönüşümler. Radyoda ne idüğü belirsiz frekanslar.

Son Yazılar

Harun Aktaş Yazar:

''Toparlanın gitmiyoruz''