Anlat Edward Bize III. Richard’ı Anlat*

…’’kim bilir belki bu gece her şey sona erdiğinde güzel bir cenaze töreni düzenlersiniz bana’’

Söz söylendi replikler göğe asıldı plastik mandalla. İyi-kötü tüm oyunlar bir sözle başlar. Çağdaş uyarlamalar, aslını kaybetmiş tragedyalar, pejmürde komediler, sinkaflı dedikodular ve şüpheli ölümler. Tuhaf; ama gerçek. Ahmakça; ama sahici. Komik; ama gene gerçek. Bazı sohbetler fitne fücur ile; bazı kitaplar da oku, diye başlar. Bu girizgah fazla mübalağalı; ama bu haliyle bile hakikate tamah etmenin peşinde. Biz bizeyiz sonuçta, saçmalamaktan korkumuz yok. Çoğunuzun bildiği ya da ağzından düşürmediği meseleleri nasıl da sakil iştahla tabağa boca ediyorum değil mi? Korku olmayınca demek ki böyle oluyormuş. Buna telmihin göz kırptığı uçurumlara kulaç atmak der bazı edebiyatçılar. Uygun görüldü ve dile böyle geldi denilebilir, kime ne bundan. Gözden düşen dile gelir ne olsa. Ancak şimdilik bu sözlerimiz burada demlenedursun, çukurlarla bezenmiş yollara betonu gömelim; ki sonra o yolda ayağımız takılırken birbirimizin gözlerine suçlayıcı bakmayalım. Kaygan zemin icabında, kime dokunsak kayarız. Kaymasını bilmiyorsak da aynaya bakarak gölgemizin boyunu ölçeriz.

Bu yazıdaki söylemler kesinlik arz etmez, telaşa hacet yok. Eller günahkâr nihayetinde. Saate bakıyorum, çok zaman geçmiş ilk cümlenin ardından. Tali yollardan çıkamıyorum bir türlü. Dilime eşek arısının sokacak mecali de yok. Bu yüzden sözlerime titrek bir mum alevine bakar gibi yaklaşırsanız nefesinizin kırılganlığını hissedebilirim. Heyhat bre, amma da mütereddidim. Velhasıl henüz adını yazmadığım oyunun üzerinden iki sene geçince karar verdim paylaşmaya. Bundan cesaret alarak başladım dilimdeki harfleri fütursuzca peş peşe dökmeye. Sevginin de bazen arsızlaşabileceğinin altını çizerek kelimeleri sayıkladığımı bilmenizi isterim. Müsaadenizle merdivenlerden iki basamak yukarıya çıkıyor ve başlıyorum.

III. Richard’ın çağdaş uyarlamasından bahsetmek için yola koyuluyorum. Elimizdeki broşürdeki yazılanlara bakalım öncelikle. Emeği geçenlerin hepsini yazarak; uyarlayan-Yazan-Yöneten-Müzik-Oynayan Okan Bayülgen. Proje: Nihal Usanmaz – Kubilay Çamlıdağ – Orkun Dökmeci, Dramaturg: Dilek Tekintaş, Danışman: Yalın Alpay – Dr. Başar Akman, Dekor Tasarımı: Efter Tunç, Kostüm Tasarımı: Ayşegül Alev, Işık Tasarımı: Kemal Yiğitcan, Hareket Tasarımı: Dicle Doğan, Kinetik Heykel Tasarımı: Server Demirtaş, İllüstrasyon: M.K. Perker, Müzik: Ömer Vatansever- Fırat Ağacık – Okan Bayülgen, Saç Tasarımı: Derya Ergün, Afiş Tasarımı: Berkcan Okar, Fotoğraf: Fethi Karaduman, Yönetmen Yardımcısı: Nihal Usanmaz, Reji Asistanı: Dilay Yıldız, Ferdi Taşkın, Ali Akkök, Sahne Amiri: Sinem Bayraktar, Oğuzhan Yıldırım, Yapım: Net Sanat – Kabare Dada. Oyuncular ise sırasıyla şöyle; Richard Hell: Okan Bayülgen, York Düşesi – Lady Anne: Şenay Gürler, Kraliçe Elizabeth – Elizabeth: Ebru Unurtan Urağ, Kraliçe Margaret – Margaret: Nihal Usanmaz, Kral Edward – Edward: Kevork Türker, Cecily Governor: Şenay Gürler / Sinem Bayraktar / Su Sonia Herring, Henry Buckingham: Murat Yılmaz, Genç Richard – Richmond: Ali Akkök, Barmen Brakenbury: Yiğit Pakmen, Genç Lady Anne: Su Sonia Herring / Kayra Ural, Clarence: Volkan Ateş Gündüz, Desdemona: Dilay Yıldız, Ricardian Jane: Su Sonia Herring, DQ Lady Anne: Cüneyt Üstün, Hintli Sir Catesby: Ferdi Taşkın, Polis James – Genç Güzel Richard – Asker: Levent Akkök, Polis Tyreel – Sir Ratcliff – Asker: Cihan Akbilek, Melek: İstanbul Bayülgen / Sinem Bayraktar, Asker: Oğuzhan Yıldırım / Levent Cömert. İlk kadroda izlediğimiz Özgün Çoban ve Kubilay Çamlıdağ ise artık oynamıyor.

Okan Bayülgen’in III. Richard’ın kanlı gömleğini giydiği Shakespeare’in meşhur mu meşhur oyununun çağdaş bir yorumu. Ne bir eksik ne bir fazla. Söylem bu. Hamlet kadar dillere pelesenk olmayan bu oyun, Shakespeare’in tarihi oyunları içerisinden en önemli oyunu kabul edilir. Bize bunu yazdıran da arşiv kayıtları. Buraya kadar her şey tarif edildiği gibi heyecanlı ve tutarlı ilerliyor kanımca. Kabare Dada katkılarıyla İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında ilk defa sahnelendi. Shakespeare’in iddialı çağdaş bir uyarlaması olarak bize sunulması merakımızı iyice depreştirdi.
Sene 2022, aylardan Kasım. Hatırlatacak olursak; dünyada bir ses getirmeli, dünyada bir yerde oynanmalı denilen bu uyarlama gerçekten ne anlatıyor bize:

‘’2012 yılında İngiltere kralı III. Richard’ın kemikleri bir otoparkta bulunur. İskeletin adli tıp uzmanlarınca araştırılıp, kanıtlanması uzun bir zaman alacaktır. Tam o sıralarda küçük bir tiyatro topluluğu ise Shakespeare’in en önemli eserlerinden III. Richard oyununun provalarını yapmaktadır. Olaylar, polis tarafından aranan birinin tiyatroya sığınması ile rayından çıkar.’’ (https://tiyatro.iksv.org/tr/yirmialtinci-istanbul-tiyatro-festivali-2022/richard)

Yukarıda konusuna kısa, çok kısa değindiğim oyunu izlerken duyduğum heyecan, izlemeden önceki heyecanımın yanında buğulu bir cam kırığı gibi kaldı beynimin kırışık hücrelerinde. Bu sefer abartı yok sözlerimde, her ne kadar abartı cümleleri kurmaktan çekinmesem de durum en az şapkasız a kadar korunaklı. Okan Bayülgen’in kendi deyimiyle ‘’harikulade’’ tiradıyla başlıyor oyun. Oyunun içeriğine dair söyleyebileceğim ilk şey bu olabilir. Çünkü oyuna yönelik heyecanınızı diri tutmak niyetim; büyük bir beklenti içine girmenize de gönlüm el vermez. Zira ne zaman bir şey için beklentiye girdiysem hep hüsranla bitti sonu. Bazı büyük aşkların bitmesi gibi. O yüzden sıradan ve yavan bir hıçkırıkla gitmek en doğrusu, böylece kalp atışlarınızın ritminde de fazla oynama olmamış olur. Sakin duruşumuzu muhafaza etmek en iyisi, zira risk taşımaz, karın ağrıtmaz. Tabii önce sağlık sonra sanat. Konuyu dağıttık, toparlayalım.

Zorlu Center’in ikinci balkonun F sırasında yerimizi aldık. 90 dakika çabucak geçti diyebilirim. Bu balkona sürgün düşenler bilebilir halimizi; oyuncuların jest ve mimiklerini seçmek mümkün değil çünkü. Bu kadar uzaklık bize reva mı? Ne de olsa sanat toplum içindir, katlandık sonuna kadar. At yarışlarını dürbünle izleyen monşerlere olan hasetliğimiz burada anlamını yitirdi birden. Bir kurdun azılı gözlerine sahip olamamak ne acı. İnsan olmaktan daha acı olamaz. Durum böylesine çarpıkken bir de ışıkta da aksamalar olunca işler daha gergin bir hale dönüştü. Bunun üzerinde fazla durmayabilirsiniz, ama bazı oyuncuların dil sürçmeleri de eklenince hafiften büzüşür sinirleriniz ve kaşıntı tutar damarlı avuç içlerinizi. Kaşısanız da o an geçmez. Elbette oyuncuların da bu gibi küçük hatalarının kabul edilebilir olduğunun farkındayız. Yine de onların da deyimiyle böylesine büyük bir projede, bu oyun dünyada bir yerde de sahnelenebilmeli gibi devasa sözleri anımsayınca pek de haksız olmadığıma kâni oluyorum. Her haklı oluşunuzda serotonin artmasa da halimizden bu sefer de mutluyuz. Güncel ve çağdaş bir uyarlama olan bu performans yeni bir şey vadediyor denilebilir mi? Hiç düşünmeden evet cevabı vermek biraz güç olsa da girilen gayreti göz önünde bulundurarak açıkça tarafımızı belirliyoruz. Onların da ifade ettiği üzere çok kısa bir zamanda bu türden bir projeye girişmek müthiş bir cesaret göstergesi olduğunu da es geçmemek gerekir. Sezar’ın hakkını Richard’da veriyoruz burada. Sadece bunun için bile olsa takdiri hak ediyor diyebiliriz; gene de bu söylemler oyunun miskin günahlarını yumuşatmıyor. Çiçeği burnundaki bu oyun için anlaşılabilir bir bakış açısı bizimkisi. Bağışlayın bu yargımı ama değil III. Richard’a bizatihi Shakespeare de büyük bir kazık atılmış durumda. Kaba bir tabir gibi gelebilir, yumuşatmanın kimseye bir faydası olmayacaktır. Kemiklerinin sızısını sadece yaşayanlar bilmez, bazen ölüler de bilir çünkü. Shakespeare ölmedi, diyen de Shakespeare’den büyük olduğunu düşünen yazarlar değil miydi? Türkiye’de Brecht’i sahnelerken de aynı hatalar yapıldı yıllarca? Bu konuda yazılmış makaleler ve tezlere bakıldığında çok bariz görülmektedir. Göremediğimiz oyunların hakkında okuduğumuz eleştiriler ortada. Şüphesiz bu tezler ve makaleler söylediklerimizden daha fazlasını sunar sizlere. İsmet Kuntay ve Üstün Akmen tiyatro ödüllerine layık görülmesi söylediklerimizi çürütmeye yetiyor sanırım. Bizim naçizane düşüncemiz bunlara kaba bir alıntı olarak görülebilir ancak. Bir başka alıntıyla toparlayalım konuyu:

‘’Sahne buluşları ne denli çarpıcı olursa olsun ya da oyunculuk ne denli kusursuz olursa olsun, hiçbir düşünsel temel yoksa, ister istemez havada kalacak, soyut bir biçimcilik anlayışının ötesine geçemeyecektir. bkz ’’ (İpşiroğlu, Tiyatroda Düşünsellik, s.48.)

Bakınız katalogda bizi ne karşılıyor:

‘’Seyircileri ise sürprizlerle dolu ve heyecanlı, unutulmayacak bir deneyim bekliyor.’’
(https://tiyatro.iksv.org/tr/yirmialtinci-istanbul-tiyatro-festivali-2022/richard)

Teknik özelliklere ara verip metne bakmaya gayret edelim. Gözlerimiz ufukta ve sahnedeki bedenler cansiparane hücum ediyor. Gözlerinin içini göremiyoruz; ama baktıkları yönde çıkan kıvılcımlardan ne denli tutkulu olduklarını yakalayabiliyorduk. Sahnede olan sahnede kalmıyormuş. Konvansiyonel tiyatrolardaki akışla ilerlemese de karakter hisleri dışa vuruluyormuş. Dikkat isteyen gözler ve dalgınlığı affetmeyen kulaklar devreye giriyor burada da.
Berna Moran’ın çevirisindeki o nahifliği noktalı virgülüne kadar hissediyorsunuz. Derdimiz anlam değilse şayet bunu da reva görebiliriz kendimize. Böyle bir amaç yoksa şayet bunun arkasına sığınıp seyirciyi suçlayıp kendimizi kolay aklayamayız. Bu cümlenin yükü ağır olsa da durumu daha anlaşılır kılacağını düşündüğümüzden içimizdeki ateşi böyle harlayabiliyoruz. Başka seyircileri gözlemlediğimiz kadarıyla nereye düştük bakışları ve ilk perdeden sonra çoğunun bırakıp gitmeleri söylediklerimizi bir nebze olsun desteklemektedir. Söylediklerimizin o kadar da abartı olmadığının şavkı gözlerimizi kamaştırıyor. Sadece bunun için bile olsa bu mezkur oyuna uzun bir ömür biçmek biraz zor sanki. Bu bir temenni değil elbette, yanılmak her zaman kötü sonuçlar doğurmaz. ( ki bu satırları yazarken prömiyerden birkaç gün geçmişti, şimdi ise onlarca kez oynandı, haksız çıkmak da güzel)

Öyle ki oyun bittiğinde bile kısa süren alkış yanılmadığımızı anbean göstermiş oldu. Salon çıkışındaki fısıltılara kadar devam etti. Kapılar kapansa da fısıltılar kaçacak bir delik arar çünkü. Hiçbir oyuncunun istemeyeceği bir duruş şeklidir bu şüphesiz, ağır ve gerçekçidir. Oyuncular da bunu hissettiğinden olacak ki selam verir vermez kulise doğru yöneldiler; çünkü seyircileri heyecanlandıran ve onları dinç tutan oyunların sonlarında alkışlar hep uzun sürer ve oyuncular da bu duruşa saygı olarak selam faslını uzatır ve tekrarlar. Bu, yazılı olmayan hassas bir kuraldır tiyatro seyircisi arasında. (henüz yolun başında, sonraki temsiller için tamamıyla değişebilir, bilemiyoruz.)
Eskilerin deyimiyle lalettayin bu paragraftan sonra mezkur oyun tatmin edici dersek kendimizle çelişmiş olur muyuz acaba? Bize bunu dedirten bazı hususları görmezden gelemeyebiliriz. III. Richard (Okan Bayülgen)’ın performansı belirleyici unsur. Bu açıdan taraf tuttuğumuzu söylemek zorundayız. Performans adına III. Richard dışında parlak bir performans aradı gözlerimiz. Takdir seyredenin. Buna açıdan bakıldığında tüm performanslar vasatın biraz üstündeydi. Beyaz Melek ve Server Demirtaş’ın elinden çıkan Edward ve Richard kardeşlerinin heykellerini söylediklerimizden ayrı düşünemeyiz. Her şey bununla kalsa başımızı öne eğer, evin yolunu tutardık; ancak III. Richard’ın sesi diğer oyuncuların sesini bastırmakla kalmıyor, eritiyordu. Hassas mikrofonların varlığı oyuncuların hırıltısına kadar duymamızı sağladı ki bu da bizim suçumuz değil. Buna rol çalmak mı denir, yoksa kendisine bahşedilen sesinin rayihası mı, ne derseniz deyin sahnedeki tüm sesleri bastırmayı başardı:

‘’Yaşasın ölüm. Yaşasın ölüm…’’

Efter Tunç’un dekor tasarımına değinmeden asla olmaz. Bu kadar gürültünün içinde en güzel ayrıntıydı. Demirden bir saray, çağdaş yorumun altındaki modern hayata bir tokat olarak kabul ediyoruz. Demir taşı parçalar nihayetinde. Ve demir taştan sonra gelir. Güç her daim güçtür. İktidar gene iktidar. Roller değişmez, renk değiştirir sadece. Oyuncuların hareket alanını konforlu bir hale getirdiği kadar uyarlamanın da amacına hizmet etmekteydi. III. Richard’ın dokunmadığı, çıkmadığı hiçbir nokta kalmadı neredeyse, sahnenin her yerinde olmayı düstur edinmişti sanki. Sahneye sığamamış olacak ki seyircilerin koltukları da buna nasibini aldı. Seyirci, bu fırsatı kaçırır mı eşlik etmekten kaçınmadı:

“Ya-şa-sın Ö-lüm”.

Alkışlar da ritim tutunca kulaklar ile gözler raks etti adeta. Televizyonun yaramaz çocuğu bu sefer sahnenin meraklı akrobatına dönüştü. Seyircinin coştuğu tek nokta burasıydı. Sahnenin dar geldiği bir andı. Oyunun temposunun yükselmesi adına tam zamanında yapılmış eylem. Harekete geç ve yaşa. “Yaşasın ölüm”. Nâzım Hikmet’in dizeleriyle derdimizi daha iyi anlatabiliriz sanırım: “Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yani, ağır bastığından”. Üzerimize düşeni aldık, peki sizler üzerine düşeni aldınız mı? Üzerimize düşen sadece izlemek mi düştü? Tüm bu söylediklerimizin gölgesinde söyleyebileceğimiz son şey, oyunu izlemeden söylenen her söz gerçeği yansıtmayacaktır. Biz buradayız, oyun da sahnelerde. Buyurunuz sahne sizin. Siz neredesiniz sahi?

‘’Oysa ben yüzyıllardır hatırlanıyorum…peki beni yüzyıllardır hatırlamalarının nedeni ne?’’

Kaynakça
İpşiroğlu, Zehra, Tiyatro’da Düşünsellik, Mitos Boyut, İstanbul 1995

Son Yazılar

Harun Aktaş Yazar:

''Toparlanın gitmiyoruz''