Bu kadar dalgın duracak ne var, diyorum kahrolası yalnızlığımla baş başa kaldığımda. Sonra buruşuk kelimeler araya giriyor, onda da saç diplerim huysuzlaşıyor. Anlayacağınız, susturamıyorum kafamın içindeki büyük bir kabahat işlemişçesine sus pus olan düşüncelerimi. Zamansa akmaya devam ediyor marifetmiş gibi. Bu çarpık düşüncelerimin sebebinin bitirdiğim bir kitaptan kaynaklandığını sizi ikna etmeye çalışmayacağım. Apaçık ortada her şey, ne desem iflah olmayacak da zaten. Mesele şu ki; Orhan Veli’nin “Bütün Yazıları” adlı deneme kitabını bitirdim. Bakmayın bitirdim deyişime, satırlar dolaşmaya devam ediyor etrafımda. Ülkü, Varlık, Yaprak gibi dergilerde çıkan yazıları, söyleşileri Can yayınlarının 2021’de derleyip bastığı beyaz kapaklı bir kitap bu. Üç yüz 90 dokuz sayfa.
Kitabın içindeki ilk yazı 1941 tarihli. Adı size çok tanıdık gelecektir: Garip. Özetle şunu diyor: “şiiri şiir yapan sadece edasındaki hususiyettir; o da manaya aittir.” İkinci yazı da; “Sanat için sanat”. Birçok alana dair yazılar içerse de en çok şiir ve sanattan bahseder. Tabii evvela şunu söyleyelim; şiire 11-12 yaşlarında başlıyor. En çok sevdiği şiirlerinden biri “Sere Serpe”dir. Peyami Safa ve Halit Ziya Uşaklıgil’in eserlerinden pek haz etmez. Halikarnas Balıkçısı ve Mahmut Makal’ı fevkalade sever. Beykoz’da doğdu. Galatasaray Lisesini ve Felsefe bölümünü yarıda bıraktı. 28 sayı Yaprak dergisini çıkardı. En meşhur öğretmeni Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Ankara’da düştü, İstanbul’da son nefesini verdi. “Aşk Resmi Geçidi” son yazdığı şiirdir, o da ceketinden çıktı. Aşiyan mezarlığına defnedildi. Abidin Dino, mezarını şaire yakışır biçimde tasarladı. Yıllar sonra Rumelihisarı’nda heykeli yapıldı, bir martıyla beraber. Birkaç kez martı çalınsa şimdilerde ikisi de boğaza bakıyor.
Orhan Veli öldü, diyorlar durmadan. Bu dı-du-dü ekleri o kadar merhametsiz ki ne söylesem yarım kalacak duygusu sözlerimin. Güzel ve iyi şeyleri arkamızda bırakıyorlar hep bu ekler. Kötü hatıralardan bahsederken de bu böyledir. Orhan Veli öldüğünde 36 yaşındaydı, bu satırları yazansa şimdi otuz altı yaşında. Hangimiz daha kekre?
Fakat kitabın sayfalarını atladıkça bitecek şeyin sadece kitap olmadığı gerçeği yüzüme çarpıyor. Şairin ölümüne çevirdiğim her sayfayla beraber biraz daha yakınlaşıyormuşum hissi ağır basıyor çünkü. Şair Orhan Veli’nin ölümüyle yüzleşmek istemiyordum sanırım. Böyle de yatılmaz ki, diyecek birini bekliyordum belki de. Başımı kaldırıp göğe bakarsam da gerçek değişmeyecekti. Orhan Veli Öldü, diyecekler. Yazdıklarından nahif bir şahsiyet olduğu hemen anlaşılıyordu. Öyle ya bir şairden başka ne beklenir ki başka. Tek satırla geçiştirilen ölümü bende hassas hisler uyandırması bu yüzdendir belki. Melih Cevdet ve Oktay Rıfat’ın yanında bankta oturan üçüncü arkadaşı olmak için çok geç kaldım. Süleyman Efendi’nin nasırı vardı, benimse hiçbir şeyim. Şişede balık bile değilim nihayetinde. Yazık oldu bana. Satır aralarında duraklarken son sayfada öleceğini, öldüğünü bilecek olmam beni kahrederken kısa bir sallantı geçiriyor hafızam; şairin hayatı şiire dâhil olduğunda şiirler işte o zaman tamamlanıyormuş meğer. Bunu belleğime kaydedip öyle devam ediyorum yoluma.
Neden içim hâlâ buruk peki?
Bu yazıyı duygularımla ağlak bir hale getirerek mübalağa sanatını dehşetle kanırtmamak için direniyorum. İyi ama böyle de ölünmez ki. Gene de bu kitaptaki birkaç noktaya değinmeden alamıyorum kendimi. Ama yok bunun kimseye bir yararı olmayacak, özellikle de bana. Kitabı tanıtmak bana düşmez, bunun için de yazının başına geçmedim; kitaba çok kolay erişebilirsiniz sonuçta. Daha önce yapılan basımları da mevcut elbette. Kim bilir hiç beklemediğim yerde adına yine rastlayacağım; Orhan Veli öldü, diyecekler. Yalan, diyemeyecek kadar ürkek olduğumu hatırlayacağım ve vazgeçeceğim bu gayretimden.
Orhan Veli Öldü, ısrarla gözüme sokacaklar bu cümleyi. Kafam almayacak inatla. Bu garip gerçek, edebiyat kitaplarında yarım asırdır yer alıyor, bilime meydan okuyamazsın, diye haykıracaklar kitaplarında. Süleyman Efendi’nin nasırını gösterecekler haylaz çocuklar gibi. Kendisiyle yapılan bir röportajda “Bu dizeyi yazarken nasırınız var mıydı” diye soracaklar. İlk bakışta lüzumsuz bir soru gibi gelebilir; ancak soran kişinin niyeti aşikâr, özellikle bazı kızların merak konusu olduğu da eklenince bu soruya şaşkınlığımız bir kat daha artıyor; çünkü sorunun sahibi Sait Faik’tir. Orhan Veli de cevaben nasırı olmadığını; ama sonrasında o şiirin ahı tuttuğunu söyler. Süleyman Efendi’nin nasırı bir dizeden daha fazlası değil midir? Uzun bir süre yadırgansa da dillere pelesenk olur. Paul Verlaine’den çaldı diyen bile çıktı. Durmadan hep bir şey dediler hakkında. Hem toy şair dediler hem de hırsız. Orhan Veli, yapılan aşağılayıcı eleştirilere sessiz kalmak istese de bazen kendini tutamaz ve alaycı dokunuşlarla had bildirir. Kendisini sert eleştirenlerden biri de Nurullah Ataç’tır. Bir mülakatta da kendisine yöneltilen bir soruya Orhan Veli’yi tanımadığını söyler, yok sayar kendince. Orhan Veli bu, durur mu hiç, yapıştırır cevabı? Bir elinde cımbız, bir elinde ayna, o da onu tanımadığını söyler. Altında müstehzi bir gülümsemeyle tabii. Meselenin iç tarafı başka, çünkü Nurullah Ataç, tanımadığını söylese de iyi bir şair olduğunu ikrar eder başka mecralarda. Orhan Veli de iyi bir eleştirmen olduğunu söyler Ataç için. Bu nasıl bir kafa dağınıklığı yarabbi anlamış değilim. Edebiyatçıların atışması, küskünlüğü de fiyakalı.
Derler ki; hayatında bir kere küfür etmiştir, o da iyi şairsin diyen Sait Faik’e; ‘’hadi oradan” it”. Kaç şair övüldüğü için küfür etmiştir ki edebiyat tarihinde. Sayalım mı? Orhan Veli, öldü diyecekler bana, suskun kalacağım durduğum yerde. Şiir okurum ya da.
“ …Bir akşam uyudu;
Uyanmayıverdi.
Aldılar, götürdüler.
Yıkandı, namazı kılındı, gömüldü…”