“Bir de Ben”den Kalan Sesler

Dünya dönüyor. Hepimizi ilgilendiren bir mesele. İlgilendirmese de dönecek ama. Bu bilgi eksik tabii, çünkü dünyanın nasıl döndüğü meselesi bazılarımızı çok ilgilendiriyor. O zaman bazılarımız da bunu mesele etmemeli. Birileri buna da bizim yerimize açıklık getirecek. Biz sadece bunu bilelim, dönüyor işte. Bizim için bu kadar basit. Biraz daha basit şeylere bakalım. Masa gibi bir şey mesela. Masada dört ayak var. Yuvarlak, kare ya da başka geometrik biçimlerde bulunur. Benim baktığım masa dikdörtgen şuan. Siyah. Renkler, biçimler değişse de masa deriz hepsine. Peki ya insan? İyi, kötü, çirkin, güzel, suçlu, fitneci, sakat… önüne hangi sıfat yakıştırılırsa o olur. Geldik tiyatroya. Tiyatronun kullanım amacı neye göre belirlenir? Tdk’ye baksak bulabilir miyiz cevabını. Bu Tdk dil ile ilgili her şeyi bilir nasılsa, buna da bir cevabı vardır. Üşendim bakmadım ama. Sahne çeşitlerini tarif etsek daha iyi olur. Hangi bilirkişiye göre yapacağız? Kimi ikna etmeye çalışacağız? Safsata yapmadan çerçeveye odaklanalım. Sahneler kabaca iki türlüdür. En klasiği proskenyon. Seyirciler sahnenin karşısındadır. Sahne içe doğru perspektif kazanır. Yunanca sahne önü anlamına gelir. Tdk’de ise antik tiyatroda “oyun yeri” bilgisine rastlarız. Gördüğünüz üzere onsuz olmuyor, başvurmak zorunda kaldık. Söylediklerimiz ile yaptıklarımız çelişiyor haliyle. Çok tanıdık geldi mi size bu gerçeklik? Bir de “orta sahne” var ki, adından anlaşılacağı üzere seyirciler, sahnenin dört bir yanını sarar. Sahne demişken Semih Fırıncıoğlu’nun yazıp yönettiği, kendi ifadesiyle metinli modern dans gösterisi “Bir de Ben” e birkaç sözümüz var. Yukarıda gelişigüzel sarf ettiğim sözleri bu gösteriye bağlayabileceğimi ben de düşünmemiştim doğrusu. Gösteriyi izlerken de gösteriden çıkarken de kafamda bir sürü laf dolanıyordu çünkü. Toparlamayı bekleyeceğime derhal başlamak istedim yazmaya, böylece ben de unutmamış olurdum o anki hislerimi. Hislerim dümdüz böyle ne yazık ki. Dışarıda sürekli maruz kaldığımız sesler ve yaptığımız hareketlerin sahnede gösteri adı altında seyretmemiz tuhaf elbette. Gösteriden sonrası yönetmenle sohbet olanağı olması ise ayrı bir keyif. Anlatılmak isteneni birinci ağızdan dinleyince aralık olan kapı biraz daha aralanmış oluyor. O aradan geçmek bizi bir nebze rahatlasa da yetmedi. Bir başımızayız sonuçta. Hepimizin ben olduğu bir yerde biz olsak da. Bu gösteride ben’e odaklanacaktık.

Bu dans, BeReZe gösteri evinin en alt katında, kostüm ve dekorların da olduğu bodrum katında gerçekleşti. Belli ki özellikle tercih edilmiş görünüyordu. Zira üst kattaki sahne bomboştu, daha ferahtı da. Alt kat basık ama sıcak bir yerdi. Deneysel bir çalışmanın içinde olduğumuzu anlamak çok zor olmadı haliyle. Bunu deneyimlemek de bizi hem şaşırttı hem de sevindirdi. Ne yapıyoruz, niye geldik ve ne izleyeceğiz soruları kafamızın içinde dönüp dolaştı. Cevap aramaktan çok süreci deneyimlemek istedik sanırım. Aşağı indiğimizde siyah, dikdörtgen masanın üstündeki siyah elbiseli bir dansçı (Sedef Gökçe)’yla karşılaştık. Herkes yerini aldıktan sonra müzikle beraber gösteri başladı. Müzik dediğim, metronoma eşlik eden müzik aletleri, anlaşılır, yavaş sarf edilen sesler ve bu seslerle uyumlu olmasa da belirli hareketleri gerçekleştiren dansçıya odağımızı vermeye başladık. Uyumsuz bir gösteri demek doğru bir isimlendirme olur mu acaba, bilemedim. Kayıttaki insan sesi de Sedef Gökçe’ye aitti. Sadece hareket ettiği için ancak gösteriden sonra kayıttaki sesin kendisine ait olduğunu öğrenebildik. Semih Fırıncıoğlu’nun da ifadesiyle “Söz eşliğinde dans”ı seyrederek belleğimizde kalıplaştığını sandığımız “dans”ı tekrar düşünmeye başlayacağımız bu deneysel gösteriyi arkamızda bırakıp dağıldık.

Oyuz iki dakikalık bu gösteriye maruz kalan kişiler olarak buna dans, demeye ne kadar sürede ikna edebilirdik kendimizi? Gündelik hayatımızda mütemadiyen yaptığımız hareketlerden başka bir şey değildi ne de olsa. Neyi ölçüt alacaktık? Dans denildiyse danstır o. Biz de dans mı diyecektik sonrasında? Zira gündelik hareketlerimizle burada karşılaşmak tuhaf geliyordu, ancak sahnede gerçekleştiği ya da bir gösteri olarak tasarlandığı için başka anlamlar yüklemeye çalıştık elimizde olmadan. Hiçbir şey anlatmayan bir gösteri desek haksızlık yapmış olmayız herhalde. Şunun için söylüyorum; anlam arayışına girince anlamların kendisi iç içe geçiyor çünkü. Birden fazla anlam olunca buğulandı cam ister istemez. Aslında bu kadar, daha fazlası değil. Fırıncıoğlu’nun, bize bu konuda da yardımı dokundu: “anormal derece de basit… inceliği yok” dediği bir gösteri. Hayat da anormal derecede basit nihayetinde. Böyle bakarak taşları yerine oturtmayı başardık. Sorulan bir soruya verilen cevapla önce fikrin oluştuğu bilahare metnin yazıldığını öğrendik. Geriye dansçının kendi sesini dinleyip bedenine odaklandığı gösteri kalıyordu. Hareketlerin robotlaşmaması için de dansçının özgür bırakıldığını eklemek gerek. Son olarak; çevremizdeki insanlardan duyduğumuz, hayatın içindeki iki kalıplaşmış söz, gösteri hakkındaki düşüncelerimizi çok iyi açıklayacaktır; “her dağınıklığın içinde bir düzen vardır. Ya da “her düzen dağınıklığın bir halidir”.

Az önemsiz not:
Mart 2025’te izlemek için bir de siz deneyin.

Son Yazılar

Harun Aktaş Yazar:

''Toparlanın gitmiyoruz''