Sevgili Ölümün Arsızlığı*

Nicedir şiir yazmak gelmiyor içinden parmaklarımın. Ne vakit masanın başına geçmek için hareket etsem rahatsız edici bir isteksizlik depreşir damarlarımda. Masaya oturduğumda ise kalkmak için ipe sapa gelmeyen bahaneler üretirken bulurum kendimi. Ne berbat bir şeymiş bu ikircikli ruh hali meğer. Yazmayı beceremiyorum da acaba kendimi kandırmak için mi uyduruyorum bunları? Hiçbiri değilse de ne o zaman? Pejmürde ruhumu bıktıran bedenimin hangi vurdumduymazlığı? Süslü cümleleri kurmak da nafile. Pencereden bakmayı bile beceremiyorum şu sıralar. Belki de en güzeli duvara bakmak. Bakmak demişken “Bakmaklar” şiirinin şu dizelerini okuyalım İsmet Özel’in:

Gün dönerdi, benzi solardı kahkahamın
kapardım kapımı gevşeyen bir yanımla
ve her gece yatağımda bir engerek bulmanın
süregen iğrentisiyle dolardım, sesim
öylece – Kusmuk Gibi – kalırdı ağzımda. (Özel, 51)

Büyülü bir gerçekliğin içinde dilimin ucundaki kelimeleri dışarı çıkmaya razı edemiyorum işte. Geçen gün bir komşumuzla ayaküstü konuşurken bazen beni gördüğünü, çok dalgın, etrafına bakmadan yürüdüğümü püskürdü suratıma doğru. Aslında dalgın değilim, mizacım böyle, kafamın içindeki o lüzumsuz kargaşayı dizginlemeye çalışıyorumdur o an, diye geveleme gafletine girmeden kendimi çekip aldım oradan. Aynadan bakmaya üşendiğim suratım başkaları için gündelik bir meşgaleye dönmüş meğerse. Bu da benim yanılgım olamaz mı yani?

Şunu da ekleyelim de eksik olmasın; Oxsford Üniversitesi’nin yaptığı ve sözüm ona pek de lüzumlu sandığımız bir araştırmada erkeklerin sağlıklı kalabilmesi için haftada en az iki kez erkek arkadaşlarıyla buluşmaları gerekirmiş. Şimdi buradan kendimize pay çıkarmalı mıyız? Melih Cevdet ve Oktay Rıfat gibi arkadaşlarımız oldu da biz mi buluşmadık? Başımızda bulut da gezmiyor hem. Gökyüzünü boyama işini de kaptırdık Orhan Veli’ye. Kendimle baş başayım ve ister tesadüf ister rastlantı deyin, J.J. Rousseau’nun “Yalnız Gezerin Düşlemleri” eserini aldığımda bu yazıya çoktan başlamıştım. Hele şu kelimelerin hoyratlığına bakın, nasıl da keyfini sürüyor özgürlüğün.
Epey uzattım farkındayım. Şu an yazmanın tadına erişmek istiyorum yalnızca, ki bu dramatik gevezelik bundan. Bir türlü esas konuya gelemedim. Uzun yıllardır sahnede olup ancak daha yeni seyretme fırsatını bulduğum “Sevgili Arsız Ölüm-Dirmit” oyununa dair hissettiklerimi yazmam gerek. Ses tiyatrosunda sahnelenen bu oyunu seyretmenin hissiyatı da başkaymış hani. Mimarî estetiği, içinde hünkâr locası bulunan dünyada sayılı kaç sahne var ki? Mübalağa ederek söyleyecek olursak buranın sahne tozunu yutan oyuncular kadar tarihî bir deneyimi de seyredene sunuyor. Baktığın, dokunduğun her noktada tarihî bir iz var nihayetinde. Satenik’in garip bir şarkısı perdede asılıymış da onu dinloorsunuz adeta? Toplumun belleğinin asılı olduğu bu kırmızı perdede kendi belleğimizin renkli kırıntılarını, kişiliklerini de görüyoruz tabi; Ferhan Şensoy, Erol Günaydın, Münir Özkul, Erol Günaydın, Baykal Kent, Tuncel Kurtiz…

Sahi yıkmadığımız kaç sahne, unutmadığımız kaç tiyatro neferi kaldı? Hafızamızda hazin bir soru olarak beklesin bakalım dedikten sonra Latife Tekin’in sahneye uyarlanan romanı Sevgili Arsız Ölüm’e kollarımızı gene açıyoruz. Oyun broşüründe yazılı şu kısmı hep beraber okuyalım: “Köyden şehre göç eden kalabalık bir ailenin şehirle mücadelesini ailenin en küçük kızı Dirmit’in gözünden dinliyoruz…” Bir göç hikâyesini dinliyoruz. Kim bilir henüz dinlemediğimiz kaç buruk göç hikâyemiz vardır bizi bekleyen? Ne acı ki dinlediğimizde de bir yanımız eksik kalır. Bu eksikliğimizle dinleriz ya da izleriz hep.

Şimdi de adını sık duyduğumuz, duymalıyız dediğimiz Nezaket Erden’den Dirmit’in hikâyesini dinliyoruz. Tek kişilik bir gösteri; fakat Dirmit’in annesi Atiye’yi babası Huvat’ı ve abilerini de canlandırmayı da es geçmiyor Erden. Tek kişilik oyunlardan geçilmeyen şu dönemde gözlerimize derman oluyor. Zira okurunun hafızasında iyi anılar biriktiren bu romanı sahneye taşımak cesaret işi. Seyircilerin bu sahnelemeyle nasıl hesaplaşacağı ve nasıl tepki verdiği ortadayken bizim söylemlerimizin bir karşılığı ne kadar olur bilemeyiz. Çevremizde, sosyal medyadan öğrendiğimiz kadarıyla mizansen amacına ulaşmış görünüyor. Badana gibi yalnızca cesur insanların yapacağı bir eylem olsa da işbu ki ilk başta Latife Tekin, ilk kez 1983’te yayınlanan romanının sahnelenmesi yönünde pek istekli davranmadığı, hatta kabul etmediğini Erden’le yapılan bir röportajda öğreniyoruz: ‘’Aradan bir hafta geçti ve üzülerek izin veremeyeceğini söyledi. Tabii ben çok üzüldüm, Emre de çok üzüldü. Ne yapacağımızı bilemedik ve bir çıkış yolu bulmaya çalıştık. Emre de şunu önerdi; en iyisi ücretsiz gösterimler yapalım, bari bu çalışmayı insanlarla paylaşalım, yoksa içimizde kalacak. Her şey daha kötü olacak. Sonra Kadir Has Üniversitesi’nde ücretsiz gösterimler yapmaya başladık. O bir şekilde kulaktan kulağa yayılan bir şey oldu. İnsanlar, seyirciler birbirlerine söylediler, tuhaf bir etkisi oldu. Biz de gösterimlerin tarihlerini yazarak Latife Hanım’a, siz de izlerseniz çok seviniriz dedik ama geleceğini beklemiyorduk, ummuyorduk. Orada yaptığımız son gösterime geldi ve insanlarla birlikte izledi. Oyundan sonra “Çocuklar ücretsiz oynamayın artık para kazanalım bu oyundan” dedi. Böyle bir hikâyesi var, böyle izin verdi.’’ ( bkz: https://t24.com.tr/yazarlar/faruk-ekici/nezaket-erden-sevgili-arsiz-olum-u-latife-tekin-e-ilk-defa-evinde-oynadim-aslinda-bizi-oraya-hayir-demek-icin-cagirdigini-itiraf-etti,41990)

Hakan Emre Ünal ve Nezaket Erden’in beraber sahneye taşıdıkları bu eseri Hakan Emre Ünal yönetiyor. Proje danışmanı ise Zeynep Günsur Yüceil’dir. Sahne estetiği açısından seyirciye pek bir şey vadetmese de sade bir tasarımı mevcut. Sadece bir saksı çiçeği vardır nihayetinde, geride ise uzunca bir boşluk. Bu saksı, gösterge olarak oyuncunun kendine çevirdiği bir ayna, onunla konuştuğu hayali bir arkadaştır. Yalnızca Dirmit’in görebildiği ve konuşabildiği bir arkadaş. İntak sanatıyla bunu bize gösterir ki artık seyirciler için de saksıdan öte bir canlıdır. Seyirci ile işbirliği yapar bir bakıma. Gene de Dirmit’le özdeşim kurmak hemen kolay olmuyor sanki; bir yandan o saksı niye var, sahnedeki kim, olay ne, gibi klasik sorulara cevap ararken hikâyeye odaklanmayı güçlendiriyor çünkü. Fakat anlatının peşinde ilerlerken tutunacak bir dal olarak algılamak da mümkün.

Ortaoyunu’ndaki oyuncuya eşlik eden bastona da benzetebiliriz. Tek kişilik modern bir ortaoyunu deme cesaretini bu yüzden buluyoruz kendimizde. Yaklaşık seksen beş dakika süren bu oyunda Dirmit (Nezaket Erden) neredeyse hiç nefes almadan, yüksek bir tempoyla sürdürür anlatısını. Seyirci de fareli köyün kavalcısı masalındaki çocuklar gibi takip eder kendisini. Başına nelerin gelebileceğinden bihaber hem de. Son kertede teknik ayrıntılarla boğmadan sizi kavalı dinleyerek devam etmek istiyorum yoluma. Gittim.

Son Yazılar

Harun Aktaş Yazar:

''Toparlanın gitmiyoruz''