Bağrı yanık küfürleri çarpıyor kulaklarıma içinden geçtiğim yaşlı sokakların. Şehrin caddelerinde alışık olmadığım müzmin bir sessizlik. Sersem kocalar gibi sersemim sanki. Pencereye vuran rüzgâr ayak bileklerimi ısırıyor. İçimde müthiş bir üşengeçlik pişkince uzanıyor. Artık yazacağım, bu kadar büyütecek ne var sanki. MS. iki bin on iki. Heyt be!.. yaşamak güzel sanki, dediğimiz meçhul bir dönemin kıyısındayız. Deniz ayaklarımızın ucunda ve ahmak bir tavırla bizi dikizliyor tepebaşındaki güneş. Tekerrür eden tarih, şebeklerin bacak arasından göğe göz kırpıyormuşçasına temkinli. Öyle tanımlıyormuş kendini. Duyduğumuz bu. Cilvesini sevsinler politikacıların. Elimizden gelen budur. En iyi şeyin okumak olduğunu sandığımız toyluk zamanlarını aralıyoruz. Payımıza düşense etleri alınmış bir parça kemik. Düzelir elbet, ancak hunharca melankoliye göz kırpıyoruz. Hiçliği soracak olursanız felsefe kitaplarındaki kavramlardan sadece bir tanesi şimdilik.
Sadede gelmeliyim. Coen kardeşlerinin filmlerinden fırlamış gibi hissetmemin sebebi ne peki? Penceredeki karanlık bu yüzden mi yoksa? Çok eskiden demeye dilimin çekindiği bir zaman. Yıl 2011. Akademide kendime alan açmanın telaşıyla boğuşuyorum. Gıybeti meşhur anlardan biraz uzağız icabında. Bu iş olursa pek güzel sevinirim, diyorum. Zaten yapabildiğimiz başka şey de yok. Üstümüze düşen ne ona bakıyorum gözetleme kulesinden. Köşeme çekilmiş araştıracağım konuyu berraklaştırıyorum tezleri karıştırarak. Danışman hocamızla bunu resmiyete dökünce de kolları sıvıyorum hemen. Nasılsa başkalarının aşkıyla başlamıyor aşkımız. Vaktimiz bol, derdimiz çok ve tezimiz: Ezidiler.
Biraz lokale indirgiyorum konuyu; Osmanlı devletinin hâkimiyetinde yaşayan Ezidiler’in iktidarla olan sosyal, kültürel ve tarihsel ilişkileri. Afili bir başlık derdinde değiliz; aramıyor da değiliz. Kütüphane ve arşiv koridorlarında tezinin konusu ne, diye merak edip soranlara vaziyete uygun cevaplarla içinde bulunduğum telaşımı iyice harlıyorum.
Sahi o karanlık dönemde adlarını sıkça duyduğumuz Ezidiler kimdi?
Çok uzağa gitmeden yakın geçmişten bir sayfa çevirelim. Mahalli ve genel baskılar yüzünden uzak diyarlara göç etmek zorunda bırakılan Ezidiler..? Buna cevap vermeye gayret ettiğim birkaç yazıyı burada paylaştığımı hatırlıyorum. Bakılabilir sanki. Bu arada okuldaki resmi tarih kitaplarında bu kadim topluma denk gelmeyişimiz bir tesadüf müydü yoksa istikrarlı bir yok sayma mıydı? Cevaplarını bildiğimiz sorular canımızı sıkar bazen. Bunları tekrar ederek yaraları deşmeye de lüzum yok. Arşiv raflarındaki tozlara şöyle bir üfleyelim derinden. Filhakika hepimiz takip etmeye devam ediyoruz tarihin çatlamış arka penceresini. Yazılı kaynakların aktardığı bilgiler bizi tatmin etmemiş ki sözlü tarih yapmaya ikna ediyorum danışman hocamı. İyi de öyle çat kapı gelen birine içini niye döksün ki? İn miyiz cin miyiz? Oturduğumuz yerden ne söylesek nafile. Hemen atlayıp kadim coğrafyaya gidiyorum; şuan Ezidi halkının küllerinden doğmaya çalıştıkları Mardin’e. Sonrasında İdil. Nusaybin. Batman. Daha önce ayrılmak zorunda kaldıkları köyleri listeliyorum defterime. Köyler yerinde; ama harap durumda. İsimler değişmiş. Taşlar dağılmış. Ruhları alınmış gibi duruyorlar öylece güneşin altında. Aileler deseniz dünyanın belli bölgelerinde buğday taneleri gibi dağınık. Toprağını özleyip bazı ailelerinin evlerini restore etmeye geldiklerini öğreniyorum. Saatler durmuş gibi; ama ben zamandan da yavaşım sanki.
Gelinciklerin yüzünü ısıran bir sıcakta bu köylere kim ne diye gitsin. Derken, Ezidi bir köyün yakınından geçiyor dedikleri bir dolmuşun içinde rastlıyorum kendime. Yakın dedikleri beş kilometre uzaklıkta. Ta şurası işte, dedikleri bir yerde. Göreceli olan ya zamandı ya da uzaklıktı. Dümdüz arazi, sahra çölü misali kupkuru. Yabancısı değiliz bu sıcağa, güneşe; ancak şehir hayatı, genlerimizi çürütmüş belli ki. Dayanılmaz sıcağın var olmayan serinliği içinde çekirgeleri takip ede ede ilerliyorum. Ama ne çare güneş dudaklarımı kemirmekle meşgul. Çantamdaki plastik şişenin içindeki su, içebileceğim dereceyi çoktan aşmıştı. Kestirmeden, dikenlerin, yabani otları aralayarak yürüyorum. Ayağımda sandaletler, üzerimde bilmem kaç derece sıcaklığa sahip sarı bir güneş. Kendi başıma iş almış olmanın kahredici detaylarını törpülüyordum köpek dişlerimi gıcırdatarak. Nihayet köydeyim. Fakat in cin top oynamayı bırakmış da gurbete doğru yola çıkmışçasına müthiş bir sessizlik almış gibi köyü. Kapılara tek tek vuruyorum, tezek kokusu dışında hiçbir belirti yok yaşama dair. Bedenimi nafile yere mi kavurmuştum yoksa? Tam bu sırada bir evin avlusundaki sesler umutları yeşertti. Suratımdaki gerginliğin yerini yavaşça sevince bıraktığını hissedebiliyorum. Kapı sonuna kadar açık ve içeride birileri oturuyordu renkli sandalyelerde. Niye geldiğimi, kim olduğumu dile getirdikten sonra esas konuya geçiş yapmam gerektiğini hatırlıyorum. Siniye konularak bana doğru gelen yemek bu arayı biraz daha uzatıyordu. Rivayet budur ya; bir Ezidi’nin ekmeğini yediyseniz ona kötülük yapsanız dahi size el kaldırmaz. Töre inançtan ağır gelir. Bunu bir başka yazıda mesele edeceğiz kendimize.
Tabi benden bir gün önce özel bir kanala röportaj verdikleri için onlara pek cazip gelmiyorum ve kendileri hakkında konuşmayı reddettiler. Hep böyle olmuştur zaten, kolay kolay kendi inançları ve kültürleri hakkında konuşmazlar, yazmazlar. Sözlü tarih yazıdan daha güvenli bir alandır onlar için. Yazı bırakma ki seni bilmesinler.
Bana yardım edebilecek bir isim vermeyi de ihmal etmediler. Çantamı sırtıma alıp dolmuşçunun beni bıraktığı yere geldim. Buradan otostopla merkeze. Kavruk tenim güneşe meydan okurcasına direnç gösteriyordu. Su ver Leyla dercesine tükürük bezlerimi ikna etmeye çalışıyordum bu amansız sıcaklıkta.
Ertesi sabah bana verilen ismi telefonla aradım. Bu kişi de başka bir adrese, bir köye yönlendirdi. Bir başka köy ve bir başka uzaklık. Merkezden yedi km. Gene araç yok. Tabana kuvvet. Yolda rastladığım bir çiftçiyle yaptığımız sohbette babasının yıllar önce İslamiyet’i kabul eden bir Ezidi olduğu bilgisini heybeme alarak köye doğru yürüdüm. Kimseler yok gibiydi gene. Terk edilmiş evler, avlular güneşin sarı sıcaklığı altında öfke kusuyor gibiydi tarihe. Köyde birilerinin olabileceğine dair izlere rastlıyorum ve şans bu ya köy muhtarının kapısındayım. Muhtar ve karısı. Avluda buz gibi bir su içtikten sonra bana ikram edilen poşet çayla sohbete koyulduk. Sorular hazır. Tarihe tanık zat, karşımda. Böylece sözlü tarih çalışmasını yaptığım ilk kişi; Köy Muhtarı. Konuşulan dil Kürtçe, yer Mardin, Bacıne (Güven) Köyü. Yıl. 2012.
az önemli not; Bölüm bölüm yoluyla yayınlamayı düşündüğüm yazının birincisi. Ezidilik ve kültürü hakkında yapmaya çalıştığım sözlü tarih çalışmalarını düzenlemek için kendimi ikna etmeye başladım bile.