İhtiyar bir kaplumbağanın umarsızca dökülen dişleri gibi perişan kelimelerimiz. Ve aynı biz, uykumuzun en derininde bir kavanozun içinden kabul edilmesi mümkün olmayan bir dilek diliyoruz karşımızdaki köhnemiş duvara bakarak. Açıyoruz ağzımızı kelimeler fırlıyor gökyüzüne. İşte burada nasıl sorusu devreye giriyor. Ancak cevap verecek lüksümüz yok. Biraz daha devam ediyoruz lafı gevelemeye. Göçmen nasıl kuşlarını bilirsiniz? Leylek mesela. Kırlangıç ya da gurbet kuşları. En iyi bildiğimiz göçmen kuşlar. Baharı müjdeler, Arap baharı gibi. Bu göçmen kuşlar, yaşadıkları yerleri bazı sebepler yüzünden ne yazık ki terk etmek zorundadırlar. Bu amansız göçler iki türlü gerçekleşir. Çevresel ve İklim koşulları. Öte yandan hayatta kalma içgüdüsü. Kendilerini güvende hissettikleri yolları tercih ederler genelde. Kolay kolay değişmez, değiştirilmesi bile teklif edilmez mücbir sebep olmadıkça. Tabi bu yolları nasıl bulduklarına dair kesin bir bilgi de yok bilirkişilerinin elinde. Kimi zaman kalabalık bir sürüyle kimi zaman da bireysel olarak yapılır bu göçler. Dengenin sallantıya uğradığı zamanlar gerçekleşir bir bakıma. Özellikle zorunlu göçler. (ÖZKAZANÇ, ÖZAY, s.80-81)
Akademik dili şöyle usulca kenara iterek devam edelim. Orman yangınları, sel ve buna benzer doğal afetleri saymazsak hayatları için en büyük tehdidi kim oluşturur sorusunun cevabı çok net olsa da biz gene de buraya sıkıştıralım:
İnsanlar.
İyi de insanlar neden göç eder? Hemen bir göz atalım, ama akademik bir dipnotla:
‘’Bireyler ve topluluklar çeşitli nedenlerden dolayı bulundukları mekânı terk ederek başka bir mekâna göç etmektedir. Ekonomik nedenler ve güvenlik kaygısı başta olmak üzere pek çok neden insanların bulundukları mekânları kitleler halinde terk etmelerine neden olmuştur. Tarihsel süreç içerisinde insanlığın gündeminden çıkmayan veya insanların gündeminden çıkartamadığı bir konu olan göç, 2000’li yıllarda da dünyanın önde gelen gündemlerinden biri olmaya devam etmiştir. Özellikle 2010 yılında Kuzey Afrika’da ortaya çıkan ve daha sonraları Arap Baharı olarak ifade edilen süreç Türkiye’nin de içinde bulunduğu coğrafya başta olmak üzere dünyanın pek çok yerini doğrudan veya dolaylı olarak etkilemiştir.’’ (Ekici, S.10)
Yukarıda sorduğumuz soruyu biraz değiştirerek: İnsanlar için en büyük tehdidi kim oluşturur?
İnsan.
Aramızda hangi sınırlar ve boşluklar var? Uzaklıklar ve bombalardan ne kadar uzaktayız? Dilini bilmediğimiz ülkelerin şarkıları dilimizdeki yaraları ne kadar kanatır sizce? Bu sorular tel örgülerinde asılı kalsın hele, hafızamızdaki kelimeleri toparlamaya koyulalım:
‘’Takvimim 4 Ağustos 1914’te başlıyor.
O günden itibaren barometre hızla yükselmeye başladı:
13 milyon ölü.
11 milyon sakat.
50 milyon asker cephede.
6 milyar tüfek.
50 milyar metreküp zehirli gaz.’’
Çok tanıdık gelmiş olmalı satırlar. Bir yerden göz ısırıyor gibi. En yakınımızdaki ülkelere bakalım. Oradan göç etmek zorunda kalanları hatırlayalım. Hiç değilse sayılar bir şeyleri hatırlatıyordur. Telaşa mahal yok, Erwin Piscator’un ‘’Politik Tiyatro’’ adlı eserinden ödünç alındı. Doğrusu biraz da gülünç geliyor içinde bulunduğumuz melun durum. Sayılar değişiyor değişmesine; ama kan rengi hiç değişmiyor. Savaşın vahşetini net bir şekilde görüyoruz göç edenlerin göz bebeklerinde. Gözlerine bakabilme yüzsüzlüğü gösterebilirsek o da. Acıdan yana payımıza düşeni alıyoruz, bunda bir şaibe yok. Bu yüzden çoğu zaman hafızamızı sayısal verilerle meşgul ederek dozunu düşürmeye çalışırız çektiğimiz sancının. İyi de kelimelerin silahlar ve bombalar kadar bedenleri tahrip ettiği gerçeğini kime inandıracağız: ‘’Pılını pırtını topla ve defol buradan’’. Sahi burada kalmayı tercih edenlere arsızca git diyebilme cüretini nereden buluyoruz? Bunun farkında olmak yükümüzü hafifletmiyor maalesef. yüzümüz ekşimeden biz en iyisi sayfayı çevirelim…
Aslında bu uzun girişi yapmamızdaki sebep ‘’Barazek’’ oyunudur. Buraya kadar sayıkladıklarımızı yazının prologu olarak kabul edersiniz içimizi rahatlatırsınız. Hemen söyleyelim Barazek, bir insan değildir. Barazek bir ülke de değildir haliyle. Barazek bir savaş ismi hiç değildir. Barazek sadece Barazek’tir: mülteci bir tatlıdır. Suriyeli susamlı bir kurabiye de diyebiliriz.
İbrahim Arıcı’nın yazıp oynadığı tek kişilik bir oyundur aynı zamanda Barazek. Oyunun konusunu tahmin edeceğiniz üzere yitik bir göç hikâyesidir. Oyunu yöneten ve sahne tasarımını yaparan ArszıMekan’dır: Işık tasarımı: Yasin Gültepe. Afiş tasarımı: Öykü Naz Altay, oyunun müziğini yapan ise Mekin Sezer’dir. Mekânlar da oyun yönetir icabında. Bu anlamda kolektif bir iş. Sanat da kendi payına düşeni alıyor burada. Güncel ve özellikle evrensel bir yaraya dokunması açısından somut deliller aramaya lüzum yok. Barazek, henüz otuzuna basmamış İbrahim’in Suriye’den İstanbul’a göç edişini ve bu süreçte başından geçen çok üzücü olayları anlatır. Bazen üç maymunu oynasak da gerçekler hep bir yerde bekler durur. Yabancılaştırma efekti: Bir şey nasıl kötü özetlenir onu görüyorsunuz.
Elinde bir bavul ve sahneye giriş yapar karakter. Zaten tek bir sandalyeden başka hiçbir dekor da yoktur sahnede. Selamını verdikten sonra seyirciden oturmak için izin ister. Seyircinin alışık olmadığı bir hamledir bu, kaldı ki seyircinin cevap verip vermeme arasında gittiği kısa bir andır bu. Dördüncü duvarın yerle yeksan olduğu bu sahnelemenin içinde seyirci onay verir. Oturduğu sandalyeden hiç kalkmadan, tüm duygu geçişleriyle beraber bitirir hikâyesini. Hassas yürekler için ağlamak kaçınılmazsa da gözlerinizi veya kulaklarınızı örterek bu hakikatten kaçamayacağınızı söylemeye çalışır gibidir. Öyle ya, hayatın keşmekeşinden kaçıp da başka kimin hikâyesini dinleyeceğiz? Kendimizi bile dinlemeye tahammülümüz yokken hem de. Olacak şey mi? Ne çektikleri, ne yaşadıkları bizi ilgilendirmez ne de olsa. Hiçbir kötü niyetimiz yoktur, ne yapıyorsak kendimizi korumak için yapıyoruzdur icabında. Ne fiyakalı sözler bunlar değil mi? Eğer derdimiz bu fecaati açıklığa kavuşturmaksa şayet tam da böyle acayip bir mesele üzerinde takip ediyoruz anlatıcıyı; çünkü ‘’Barazek’’ bu trajik gerçekle bizi yüzleştiriyor. Yüzümüzdeki yapay tedirginliği, süslü cümlelerin arkasına sığınmadan, mübalağasız, naif bir ‘’oturuş’’la def eder hem de. Derdinin sadece anlaşılmak olduğunu söyleyebilir miyiz?
Cümleyi başka türlü kuralım en iyisi. İçinde bulunduğumuz döneme okkalı bir şamar vurmak mı? Seyirciyi kendi hafızasıyla baş başa bırakacak kadar güçlü bir çığlık atıyor. Bağıran değil çığlık atan bir başkaldırı!.. İnce bir fısıltının içinde ince bir sızı. Fısıltıyla derdini anlatabilmek ya da duyurabilmek mi? Barazek’in bize dokunduğu yanı bu desek pek de yanılmış olmayız.
Oyuncunun tercih ettiği anlatım biçimi karakterin sessel ritmiyle birleşerek anlatının inandırıcılığını iyice belirginleştiriyor. Tabi balans ayarı hassaslığındaki bu gösterge seyircinin bu yolculukta kendisine eşlik etmesini sağlıyor. O derece hassas bir nokta ki bu, yanlış bir kelime veya söyleyiş bile kurulmaya çalışılan bu gerçekliği alaşağı edebilecek riski barındırdığı bir gerçek. Şöyle ki; ‘’gerçeklik, dilin yansıttığı, temsil ettiği şeylerin kurulu ve sabit bir düzeni değildir artık; bir başka deyişle, “nedir sorusu değil, dünyaya ilişkin anlam olanağını açan “nasıl” sorusunun yanıtı aranmalıdır.’’ (Yarar, s.39)
Bunun için İbrahim Arıcı’nın böyle bir karakteri yaratmaktaki hüneri yüce bir takdiri fazlasıyla hakkediyor.
Buraya kadar yazdıklarımızla bağlantılı olarak gerçek ve temsilin içe içe geçmiş olduğunu bilmek içimizi rahatlatmıyor tam tersine şaşırtıyor. Başlıca göstergesi karakter ile oyuncunun adının İbrahim olması. Seyircinin anlatıya dâhil olabilmesi adına aralık bırakılmış bir kapı olarak da düşünülebilir. Yelpazeyi açarak anlatının tasarımını deşmek istemiyoruz daha fazla. Sahne ile seyirci arasındaki bağının burada diri tutulmaya çalışıldığını hatırlatarak geçebiliriz bu faslı. Bir yandan İbrahim’in çok acıklı da olsa yaşanmışlığa rağmen hayata tutunabilme dirayeti göstermesi, seyircinin yaşanılanları muhakeme edebilmesine fırsat veriyor. Seyirci, oyuncu İbrahim’i tebrik ederken hayata tutunabilmek için her şeyini veren İbrahim’e derin bir acı ve empatiyle bakmayı kendinde hak görüyor diyebiliriz belki. Dolayısıyla dil göstergesi, seyirciyi anlatının gerçekliğine inandırmak için yazar tarafından kullanıldığını söylemek çok da abartılı bir söylem gibi durmuyor. Söylemimizi daha güçlü kılmak için bakalım Stanislavski ne demiş: ‘’Oyuncunun içsel yaşamı ve onun dış dünyaya dair gözlemleri, hayattan derlediği malzemeyi kendisine ait hale getirmesi zorunludur. Coşku belleği geçmiş deneyimlerin depolandığı yerdir ve sahnedeki coşkunun tek kaynağıdır.’’ (More, s. 775-76)
İyi de seyirci, anlatının trajikliğine kendini fazlaca kaptırdığı için düşünsel boyutuyla eksik kalmaz mı diye bir soru geliyor akıllara. Bununla beraber, geçmişte, evdeki enkazdan kalan bavul ve mektup göstergesi anlatının trajikliğini iyice köpürterek bu anlatının duygusallığının düşünsel boyutundan daha fazla olduğunu gösterir.
Son tahlilde Barazek, içinde bulunduğumuz dönemin göçmenlerine olan ön yargıları yıkıma uğratma işlevini bir nebze olsun yerine getirebiliyor. Öte yandan Barazek’e geldim ve İbrahim’in acıklı yaşantısını dinledik ve anladık da; ancak İbrahim’e köpek dişlerini gösterdiğinde soracağımız soru ne olur? O başka İbrahim başka, demeyeceğimizi düşünmek çok iyi bir niyet göstergesi olur. Ve iyi niyetlerin göstergesi olamaz.
Barazek’i yiyen İbrahim’in çektiklerini de hisseder. Barazek, sahnelenmeye devam etmektedir. ‘Arsız Mekan’da. Hâlâ.
Kaynakça:
*EKİCİ, Süleyman, Gökhan TUNCEL, Göç ve İnsan, Birey ve Toplum, Bahar yay. C. 5, S.9
*More, Sonıa, Stanislavki Sistemi: Oyunculuk Eğitimi İçin Bir El Kitabı, Bgst yay, İstanbul 2009
*Özkazanç, Nuri Kaan, Emir ÖZAY, GÖÇMEN KUŞLARI TEHDİT EDEN FAKTÖRLER, Bartın University International Journal of Natural and Applied Sciences, Temmuz 2019
*Piscator, Erwin, Politik tiyatro, çev. Mustafa Ünü- Suavi Güney, Agora Kitaplığı, Ocak 2012
*Yarar, Canan, KLASİK DRAMATİK YAPIDAKİ TEMSİL PROBLEMİ: A.ARTAUD’YU DERRİDA ÜZERİNDEN OKUMAK, Tiyatro Araştırmaları Dergisi, 35:2013/