‘’Ey sen, dünyada mevcut her şeyi yarattığı söylenen,
sınırında onlar. hakkında en ufak bir fikrim olmayan sen…’’
Marquis de Sade
Meksika sınırında eller. Bizim eller. Gözleri ela, kaşları çatık mahcup Kürt delikanlılar. Binlerce kilometre ötede. Büyük Okyanusun kalbinde. Amerika’nın güney yamacında. Binlerce asık suratlı Benjamin, kalın suratlı ve terli göçmen kaçakçılarının cebinde nefes alma telaşında. Halkımıza hizmet boynumuzun borcu diyorlar. Mış. Kimine göre mecburiyet. Kimine göre yurttan kaçış. Yasalara göre insan kaçakçısı. Gökyüzü hangi renktir orada? Karanlık çökünce parlar mı yıldızlar? Toprak nasıl kokar ve telli turnalara ağıtlar yakılıyor mu? Çaresizliğin yan anlam doğurduğu sancılı vakitler. Giden bir daha geri döner mi bilinmez; ama çok seneler geçeceği muhakkak. Sessiz Gemi’den sessiz çığlığa doğru yol alınan alaturka düşlerin dibinde kulaç atar gibiyiz. Dizlerimi kırıp mırıldanıyorum şu dizeleri:
‘’Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden.’’
Çekip gidenlerin annelerinin gözleri yorgun ve nemli. Zira uzak olan bize uzaktır annelere değil. Bu da geçecek gerçekten, dediğimiz bir keder kursağımızda inliyor. İki dünya savaşını geride bırakan babaların gözleri kahvehanede dış dünyanın son dakika haberlerinde. Çift okey dönen masada iki lezo. Yancının bakışları dalgın. Günler geçtikçe babaların suratlarındaki gerginlik kendini mecburi bir kabullenişe terk ediyor. Kırık gülüşlerin nasır tutmaya mecali olmasa da kuytuda esmeye devam ediyor rüzgâr. Vah ki vah. Ne acı. Derken, aman iyi ki gitti. Gibi anlam kaymasına uğramış kelimeleri çıkarıyorlar hayatlarından. Astarına fondöten sürülen ayrılıklar kol gezinedursun. Çekilen acılar, gerginlikleri dışa yansıtmak için can atsın. Özgürlüğe koşuş veya kaçış tanımı yapılabilir; ancak izahı bu şekilde yapılmamalı.
Hatırımda bir sürü tanıdık anı. Akrabalardan ya da komşulardan biri yaşadığı yeri terk ettiğinde gidenin ailesi değil sadece tüm mahalleli kapıda dikilirdi. Yurdundan koparıldın mı yarım kalınacağını çok iyi bilirlerdi çünkü. Gençlerle beraber kuşlar da uçuyor. Kuşların mevsimi var da Kürtlerin yok. Zamanı geldiyse durulmaz buralarda. Gelgelim şimdiye. Meğer tersine akan sadece sular değilmiş zaman da nasibine düşeni alıyormuş. Öyle ki oğlunu, kardeşini, baldızını gönderdi diye sevinçten dört dönüyor garipler. Kalanın hali duman. Gitme denilse de gidiyorlar, kal denilse de. Biz yandık, bari siz yanmayın Allah aşkına dercesine gözler uzun uzun, uzun yollarda. Böyle buyurdu birileri ve vatan hainliğine devam ediyor diğerleri. Sürekli bana göz kırpan Tomris’e çevirmek zorundayım gözlerimi.
Tomris’in gözleri güzel; çünkü gördüm. Tanrının yüzü güzel mi? Henüz görmedim. Böyle konuşursam yol bitmez. Benim gözlerim güzel mi? Güzel; çünkü kahverengi. Kahverengi gözler çok sıradan. Sıradan olan bazen güzeldir. Sıradan biri gibi bakarsan sıradan gözleri görebilirsin ancak. Tanrı sıradan olamaz bu yüzden. O zaman güzel değil tanrı dersem eksik olur. Bu gerçeği bilemem. Ama bildiklerim başka. Mesela Tomris. Kendi halinde ve miskin. Tanrı hep mağrur. Tanrı kutsal, kan kadar kutsal. Kutsal olan akıtılmaz yere. Bu iftira. Tomris bir bitki değildir. Gözleri mahmur bir canlıdır. Marul seven bir muhabbet kuşudur. Sanılanın aksine konuşmaktan hiç haz etmez. Ben de konuşmayı sevmem. Susarak anlıyoruz birbirimizi. Perdesi örtük bir odanın içinde şuan susuyoruz. Kafamın içinde üşüyen kelimeleri örtüyorum. Geç bunları der gibi bakıyor gözleri. Kafesinin tahta parmaklıklarını törpülüyor. Gagasından dışarıya hafifmeşrep sesler sarkmış durumda. Özgürlük bu değil, der gibi bakıyor bana. Parmaklıklar arkasında parmaklarımın hareketlerini dikizliyor bu defa. Kendisinden bahsettiğimden bihaber. Kuşların çiftleşmeden yumurtlayabildiğini ilk kez ondan öğreniyorum. Bu da böyle oluyormuş. Kızgınlık ya da kronik yumurtası deniyormuş buna da. Neresi sıla neresi cehalet? Aklımız hangi kuşun kanadında kalmıştı? Pencereyi açtık ve bakıyoruz göğe. Şaşılacak bir şey yok, fevkalade memnunum melodik ötüşlerinden Tomris’in.
Giden gider bir gün. Hoop koluma konuyor. Kızgınlık döneminin en azılı saatlerinde. Geçecek elbet bu süreç Tomris. Meksika sınırındakiler de geçecek mi? Diyecek oluyorum, vazgeçiyorum. Kafamın içindeki dehlizlerden dip suların çamurunu eşeliyorum. Tomris ile göz göze geliyoruz tekrar. Dert edindiğin şeye bak, ben burada acının tillahını çekiyorum, sen Meksika çıkmazını düşünüyorsun dercesine süzüyor bakışlarımı?
Tomris’ten bakışlarımı alırken köşeye fırlattığım Amerika’ya çarpıyor gözlerim. Meksika sınırını gördü mü Kafka? Kürtler ile Kafka’nın yaşadığı ne çok benzer noktalar varmış. Kafka’nın babasına karşı hissettiği öfkesini yazdıklarında rastlıyoruz zaten. Tıpkı bazı Kürtlerin babalarına karşı duydukları melankolik öfkesi gibi. Mutsuz ve kötü çocukluk geçiren K’lar hep iç içe. Türkçe konuştukları için Kürtler, Kürt oldukları için Türkler hiç sevmez onları. Bazı bazı informal gerçekler. Dönüşen hisler olabilir ama o dönüşen hisler bir gün tekrar başka bir şeye de dönüşebilir. Tam da bu yüzden Kürtlerin yalnızlığı en az Kafka’nınki kadar kalın ve efkârlıdır. Ne diyordum. Amerika. Hem ülke hem kitap olarak. Amerika’ya gitmeden yazmış. Kafka. Atlara su veren eller gibi şaşırıyorum. Amerika hep aynı Amerika mı? Buna da şaşırıyorum. Aynı zamanda ilk romanı. Karl Rossmann on altı yaşında ve yoksul bir ailenin çocuğu. Romanın kahramanı Karl, özgürlük heykelinin elinde meşale yerine bir kılıçla tasavvur ediyor. Kürtlerle benzer bir yanı daha karşımıza çıkıyor. Sığıntı gibi dilimden düşen kelimelerin peşinde sürükleniyorum. Ey Kafka, seni Amerika’dan daha çok seviyorum!..
Parmaklarım hafızamdan daha hızlı davranıyor ve Amerika’nın hemen yanındaki Tanrıya Karşı Söylev’ine çarpıyor gözlerim. Marquis de Sade’in kaleme aldığı kitap. Amma da çirkef bir bakışı var bu kitabın veya yazarın. Amerika’dan bile çirkef. Tanrı’ya bunu yapan insana ne yapmaz. Ki neler yaptığını okuyoruz. Cehennemi ölmeden yaşattığı insanların sayısı epey çok. İçimizde olan bu duyguyu yeterince bastıramıyormuşuz demek ki. Yaklaşık iki yüz yıl önce yazdığı bu kitabın içindekilerin eskimemesine şaşırmıyorum nedense. Eskiler her zaman iyi hatıralar bırakmaz zihinlerde. Eskiler kof bir melankolikle de açıklanamaz. Nerede durduğuma bakıyorum, yani taraf seçmeli miyim? Bu kadar öfkeli olmak niye? Bay monşer Sade, ateist olmanın ötesinde baş sadistliğin öncüsü sayılır. Marifet mi denir buna? Fransızlar’ın kibirli tanrısına şöyle seslenir kitabın kapanış sayfasında:
‘’Bana gelince, eminim, sana yönelttiğim dehşet
Öyle doğru, öyle büyük, öyle güçlü ki,
Zevkle beş para etmez tanrı, sakin sakin
Mastürbasyon yaparım senin tanrısallığının üzerinde
Ya da…’’ s.135.
‘’’Sodom’un 120 Günü’’ nün de bu yazara ait olduğunu hatırlıyorum. Pasolini’nin 1975’te sinemaya Salò o le 120 giornate di Sodoma (Salo ya da Sodom’un 120 Günü) adıyla uyarladığı o meşhur film hani. Mezkur söylevden bir pasaj daha alıntılamaktan geri durmuyorum. Böylece laneti daha yakından hissetmiş oluruz iliklerimizde:
‘’Oysa size soruyorum, adil bir Tanrı’nın kabulünden bu türden bir günah varsaymak mümkün mü olur mu? İnsanı kim yarattı? Cehennem işkenceleriyle cezalandırması gereken tutkuları ona kim verdi? Sizin Tanrı’nız değil mi? Ve devamında şöyle der: Ahiret mutluluğu için gerekli varsayılan koşullara bakılırsa, bizi kurtuluştan ziyade lanet bekliyor… her şeyi bilen Tanrı şunu bilmelidir: bu canavar bizi niye yarattı? Mecbur mu kaldı? O halde özgür değil. Bilerek mi yaptı? O halde o bir barbar.’’ (de Sade, s.55)
Kitabın hacmi hafif, içindekiler de balyoz darbesi cinsinden. Mübalağaysa mübalağa. Kutsalların kelimelerle tahrip edildiği sayfaları çoktan geride bıraktım da devam ediyor kafamın içindeki kaşıntı. Karıncaların ayaklarına dolanıyor hücreler. Kaşıntı beyni diri tutarmış. Bu defa annemi yedi gündür görmediğim geliyor aklıma. Bazı alışkanlıkların üstü açık bırakılmamalı bu yüzden. Tomris gagasını törpülüyor gaga taşıyla. Demek ki taşı delen sadece damlaların sürekliliği değilmiş. Taşı törpüleyen gaga zamanı durdurmuyor maalesef, akıp gidiyor saniyeler. Parmaklarım yoruluyor, kalkıyor ve su içmeye gidiyorum mutfağa. Komşunun perdesi açık. Sokağın lambası yanık. Vergiler almış başını gidiyor. Daha çok şey var yazılacak; ancak önce yaşamak gerek diyorum ve başlıyorum Tomris’le birbirimize bakmaya. Hüseyin Rahmi Gürpınar ne muhteşem yazarmışsın sen, derken buluyorum fincandaki son yudumu hüüp diye çekerken içime. Mutfakta. Elimdeki şık kelimelerle. Derken, Tomris, ikinci kızgınlık yumurtasını bırakıyor kafesin dibine. Hz. İsa’nın babasız olduğu geliyor aklıma. Bir yumurtadan bu çağrışımı yapıyor olmam
benim kusurum değil, de Sade’nin sadistliğidir. Tanrı güzelse Kürtler ne etsin. Kürtler göçüyorsa Amerika ne bilsin.