İlk not: Bu yazı doğaçlama kaleme alınmıştır.
Tanrılar dans eder mi? Etmez. Çünkü ayakları çıplak değildir. O halde, Nietzsche’nin de söylediği gibi ‘’dans etmeyen tanrı benden uzak olsun’’. Gerçi bu da yetmemiş olacak ki dans etmeyen tanrıyı öldürdü Nietzsche. Dioniysos hariç ama. Dans da eder hem, ki uğruna dans edenler var. Neyse. Konuyu daha fazla ajite etmeyelim. Esas meselemize yekten girelim. M.S. 2022’de CRR salonunda çağdaş bir dans gösterisindeyiz. Fuaye alanında insanlar cem etmiş merdivenlerde serbest şiir edasıyla dansını ifa eden bir dansçıyı seyrediyorlar. Gelişmekte olan bir ülke için gayet olağan bir şey. Bu dansçı kim ve nereden gelmektedir ve de amaçları nedir? Picasso’nun resimlerindeki çizgiler kadar karmakarışık ve yoruma açık bir sadelik. Yani öyle olmalı. Ne kadar anlaşılmazsa o kadar iyidir sonuçta. Teşbihte hata olmaz; bu tabir şimdilik müsait. Zira hafızamda başka bir benzetme olsa da dile gelmek istemiyor. Etrafta tanıdık yüzler arıyorum bir yandan. Sağda yok. Solda ve arkamda kamerası açık telefonlar. Yukarıda tavanla dertleşen avizeler. Nihayet gözümün ısırdığı iki kişiyi görüyorum. İki canlı. Hareketsiz duruyorlar. Gözler açık ve. Baktıkları yönde bir hareket. Ayakları çıplak bir dansçı basamaklarda daldan dala atlıyor. Daldan dala atlıyor deyince kulağa pek hoş gelmiyor. Bir geri, iki ileri. Bir sağ üç sol. Pa Pa Pa. Ta. Ta… gibi de değil. Gibi gibi. O halde bu ne hâl gardaşlık? Nev-i şahsına münhasır bir gösteri olduğu her halinden belli. Gözlerimiz figürlerin üzerinde gezinirken kulaklarımız da bedene eşlik eden ritimde. Sesin ve görselin bir arada olduğu bir sahnelemenin içinde bedenimizden kopan sessiz çığlıkları mırıldanıyoruz: Hımm hıhım. Güzel söz. Bir yandan dansçının ağzından fırlayan sesleri havada yakalamaya çalışıyoruz, meşhur tenisçinin naralarına aratmadan ama. Bir sana iki ona. Dedik ya izlediğimiz dans gösterilerinden çok ayrı bir yerde. Tanzimat’taki batılılaşma hareketi gibi. Bizim için büyük dünya için küçücük. Modern çağa uyum diyor buna kaynaklar.
Kimi suyunu içiyor, kimi necasetten taharete yol alıp tekrar yerini alıyor. Gösteriyse gösteri. Adı da tam da ortama uygun: doğaçlama dans. İyi de meşhur hocamızın ifadesiyle ne menem bir şey bu? Kim ki? Almanya ve yurtdışında birçok festivale davet edilen ve nice ödüller alan Ingo Reulecke olduğunu öğreniyoruz. İnternet sayfaları böyle yazıyor hakkında. Almanlar bir yandan iyi arabalar üretirken sanatçı yetiştirmekten geri durmamışlar. Made in Deutschland.
Sonra bitti ve asıl geliş sebebimiz olan ‘’Ne Düşündüğünü Biliyorum’’a geçiyoruz. Bu dans gösterisinin koreografı aynı zamanda hocamız Ayrin Ersöz’dür. Bunu anlamlı kılan da buydu biraz. Gelişimizin bir anlamı varsa da o da şuan burada olmaktı. Anlam dedik ya kendisi anlam’a hep karşı çıkmıştır. Çağdaş dansın anlama karşı olduğunu ilk olarak ondan duyduk diyebiliriz. Özellikle iktidara, güce… modern bale. Dıtttttttt. Lafını esirgemezdi. Gücü reddetmeyen bizden değildir. Zira o zamana dek hep anlam aramaya gayret ederdik izlediklerimizde. Ne kadar anlam yüklüyse bir hareket veya eylem o kadar etkilidir düşüncesi saklıydı hafızamızda. Nihayetinde tanıdıkça daha çok seveceğiniz, saygı duyacağınız bir insan kendileri. Yerlerimizi aldık ve başlamasını bekledik gösterinin. Işıklar kapandı. Gözler açık ve kulaklar sahnede.
Sahnede dansçılar yerini çoktan almıştı. Ayrin Ersöz’ün felsefesini bildiğimizden sahnedeki her harekette kendisini görüyorduk adeta ve bu da bizi içten içe gülümsetiyordu. Dansçılar sahneden zaman zaman inip seyircinin arasına karışarak klasik sahnelemeyi alaşağı ettiler. Kurban olmaktan kurtarılmıştık. Gözlerimizin içine bakarak sanki ne düşündüğünüzü biliyoruz ama şuan konuşamayız, der gibiydiler. Modern dansın yüce bir anlam yüklediği sahneyi ortadan kaldırıyorlardı. Kır. Dağıt. Parçala.
Yaklaşık otuz dakika süren performans sonunda bitti. Alkışlama ritüeli gerçekleştikten sonra dağıldık. Hayatımıza kaldığımız yerden devam edecektik ki ilk izlediğimiz doğaçlama dans gösterisine yönelik sert eleştirilere rastladık sosyal medyada. Performans, bir gün sonra neden bu kadar eleştiri aldı ve toplum neden sert tepki gösterdi? Müslüman mahallesinde salyangoz satmakla mı alakalıydı yoksa? Bilemiyorum Altan. Bilemiyorum. Sonuçta doğaçlama dansın topluma ve bireye eleştirel bakma gibi bir misyonu yok muydu? Eleştiri mi kabul etmiyordu toplum? Özellikle Ayrin Ersöz’ün doktora tezinden destek alarak, olayı fazla deşmeden ve dilim dolaşmadan açıkça konuşmak/yazmak istiyorum. Böylece derste neler dinlediğimizi ve konuştuğumuzu hatırlamış olacağız. Derste öğrendiklerimizi değerlendirebilecek bir an bulmuştuk sonunda.
“Gösteriye HAYIR virtüöziteye hayır dönüşümlere ve büyüye ve mış gibi yapmaya hayır star imgesinin aşkınlığına ve göz kamaştırıcılığına hayır kahraman olana ve anti- kahraman olana hayır süprüntü görüntülere performansçının ya da seyircinin katılımına hayır üsluba hayır bayağılığa hayır izleyicinin performansçının hileleri ile baştan çıkartılmasına hayır eksantrikliğe hayır hareket etmeye veya hareket ettirilmeye hayır.”
Yvonne Rainer’in “No manifesto”su, 1960’ların avangart dansının simgesi olan Trio A çalışmasının içinde bir bölüm olarak yer aldığı bu manifestoyu hafızamızın bir köşesinde saklı tutarak başlardık derslerimize ve bu bağlam üzerinde izlediklerimizi ve okuduklarımızı yorumlamaya çalışırdık. Tabi zaman zaman hadi canım, o kadar mı olur, çok da anlamsız vs. sözlerle şaşkınlığımızı gizlemeye çalışıyorduk. Daha önce online olarak böylesine birkaç performansı izleme şansı bulmuştuk. Şimdi ise gerçek tanığıydık bunun. Bunu deneyimlemek başlı başına garip bir his. Biraz daha akademik bir söylemle değinecek olursak
‘’ Koreografik biçimlendirme süreci içinde doğaçlama, hareket unsurlarının ele geçirilmesi için başvurulan bir yöntemdir. Daha önce biçimlendirilmeyen, kendiliğindenliği ön planda tutan, geçici, uçucu, değişken, ele geçirilmesi, anlaşılması, dile getirilmesi kolay olmayan, bilerek değil hissederek, sezgisel, içgüdüsel dürtülerle başlatılan hareketlerin, kinestetik olarak serbest ve olabildiğince kesintisiz bir akış içinde geliştiği yaratım yöntemidir.’’ ( Ersöz, FİZİKSEL TIYATRO’DA HAREKET V E İÇERİK: DV8 ORNEGI s. 82-83)
Cemal Reşit Rey Konser Salonu, bu anlamda gene derste öğrendiğimiz bir oluşumu hatırlatmaktadır. Şöyle ki; New York’ta sanatçıların ve entelektüellerin yoğun olarak yaşadıkları, Greenwich Village bölgesinde bulunan Judson Anıtsal Kilisesi 1950’lerin başında aldığı sanatı destekleme kararıyla sanatçılara sergiler, provalar ve performanslar düzenlemeleri için mekan sağlamıştı. Zaten sonrasında bir sürü avangart sanatçı performanslarını sergilemek burada bir araya geldi. Bu sanatçılar, dönemin hakim dans estetiğinin kodlamaları reddederek, deneysel çalışmaları ve dans performanslarını birlikte sergilemeye çalıştılar. Böylece bir ekol meydana geliyordu. Elbette kendi başına bu duruş yetmezdi. Onlar gibi bakan ve düşünen bir seyirci de olması gerekirdi. Öyle ki zamanla çalışmalarını takip eden bir seyirci kitlesi oluştu. Azınlık olan her geçen biraz saha çoğalıyordu. Gel gelelim, Cemal Reşit Rey’de icra edilen bu performanslar bize ne hatırlatıyor? Muhakkak anlatılmak istenen bir şey vardır. Biz mi yabancısıyız bu işlerin, yoksa yabancı olana henüz alışamadığımız için mi böyleyiz? Yakın zamanda okuduğumuz bir kitapta karşıma çıkan bu söz aslında gözlerimizi nereye çevirmemiz gerektiğini gösterdi:
‘’Etkili olabilmesi için bir öğretinin anlaşılmaması ona inanılması gerekir. Ancak anlamadığımız şeylerden kesinlikle emin olabiliriz. Anlaşılır bir öğreti gücünden kaybeder. Biz bir şeyi anlar anlamaz o bize kendi içimizden doğmuş gibi gelir. Benliklerini bir kenara bırakıp feda etmeleri istenilen kişiler de o benlikte doğmuş bir şey de ebedi bir kesinlik göremez elbette. Bu kişiler bir şeyi anladıkları zaman o şeyin geçerliliği ve kesinliği onların gözünden düşer. ‘’(Hoffer, s.106.)
Yukarıdaki alıntı, içinde bulunduğumuz durumu net bir şekilde izah etmektedir. Daha fazla akademik bilgiye boğmadan şu yazıyı burada son vermek istiyorum. Zira uzattıkça anlaşılmaz bir evreye geçiş yapacağıma dair çekincelerim var. Daha fazla bilgiye ulaşmak için Ayrin Ersöz’ün doktora tezini salık verebilirim. (İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji Anabilim Dalı, RÖNESANSTAN GÜNÜMÜZE DANSIN SORUNSALLAŞTIRILMASI, İstanbul 2011).