Zamanın bedenimizde açtığı yarayı umursamayız nedense. Yaranın çatlaklarından sızan acımızı saklamayı yeğleriz daha çok. Bunun nedeni açık, hafızamız. Unutmuş gibi yapılan; ama hiç unutulamayan o gizli yaralar ise kendine başka alanlar arıyor ruhumuzun dehlizlerinde. Peki neyi aradığımızı, ne çektiğimizi kim biliyor? Sadece aklı sürgünde ve ruhları kuşatma altındakiler mi? Değişim olur elbet; sürgündekiler bundan da mahrum bırakılır. Yaralı parmağa işeyemeyenlerin çağında yaşıyoruz zira. Ne demişti Nora giderken: ‘’Öyle değişiriz ki birlikteliğimiz gerçek bir evlilik olur. Elveda’’. Kapı kapanır. Evdekiler kalakalır. Birçok gidenin arkasından bakıldığı gibi o bekleyenler oradan bakmaya devam eder. Bu seferki özne Nora’dır. Bu kesin. Kalanlar bir koca, bir bakıcı ve çocuklar. H. İbsen nasıl sevdiyse Nora’yı bize haklılığını anlatır da anlatır. Bizi ikna da eder doğrusu. Oysa bizim için de gidene kadar varlığının pek kıymeti yoktu. Nora’nın. Gidişiyle hayrette bıraktığı zihnimizdeki siyah noktaları da süpürdü. Silkeledi üzerimizdeki tozları. Bu yüzden açıkça diyebiliyoruz Nora, sürgün yaşadığı evden sadece ayrılmadı, herkesi yokluğuyla cezalandırdı aynı zamanda. Fakat her gidiş bir kaybediştir; bu meşhur söz, bir tuvalin üzerinde şık dursa da Nora için görülmeye değer değildir. Dönüşmek için önce gitmek gerekir bazen.
Sürgünü bir yere koyacak olursak H. İbsen’in ‘’Nora, Bir Bebek Evi’’ oyununda bir ailenin değerler üzerindeki bağlarına şarkı mırıldanır gibi dokunur. Bize düşen onun peşinden gitmektir. Laf ebeliğine lüzum yok. H. İbsen’in Nora’sı kendi deyimiyle kendini bulmak için evden çıkar. Gidiş o gidiştir. Kocasını ve üç çocuğunu bırakıp giden Nora, acaba geri gelse n’olurdu? İşte beklediğimiz soru ve mevzumuz da bu. Yıllardır dikizlediğimiz kapıda Nora’yı nihayet yakalıyoruz. Zihnimizden geçen bulanık düşünceler bu sefer berraklaşmayı bekliyor.
Amerikalı oyun yazarı Lucas Hnath 2017’de bu soruya cevap niteliğinde yazdığı ‘’Nora 2 (Bir Bebek Evi) ’’ oyununda bu kahrolası gelişi işler. Bu oyunda Nora, on beş yıl aradan sonra kapıyı çalar. Kapılar gitmek ve gelmek için var değil midir zaten? Daha önce kapıyı nasıl çalardı hatırlamıyoruz, ancak bu defaki ürkek ve derindi. Göstergebilimsel açıdan kapı imgesi hem dilsel hem de dildışı görsel gösterge olarak ele alınabilir. Buradaki kapının izleyiciye içinde bulunduğu duruma alternatif yeni bir konum önerilmesi dolayımıyla sanatta daima var olan sorgulamaların yeni bir doğrultuya girdiği hissedilir. Geçmiş veya gelecekle ilintili olarak sorgulanması talebi cisimleşmektedir. (Serpil AKDAĞLI- Fevziye EYİGÖR PELİKOĞLU s.81) Elbette farklı anlamlar çağrıştırılabilir; ancak elimizdeki göstergenin bizi sürüklediği yer bu zıtlıklardır. Kapıdan içeriye baktığımızda aynı kişilerin yaş almış halini görürüz. Zaman geçmesine rağmen ev değişmemiştir.
Saim Güveloğlu’nun yönettiği bu oyunun en az kapı kadar özel bir anlamı daha var: Tansu Biçer, Tülin Özen ve Saim Güveloğlu’nun kurdukları ‘’BahçeGalata’’ tiyatro mekanının da ilk oyunudur. Bu açıdan baktığımızda Nora eli boş gelmemiştir. Nora bizi görmese de bizim onu ve diğerlerini gördüğümüzü söylemek zorundayız. Çünkü biz de on beş yıldır bu anı bekliyoruz. Hoş geldin Nora!..
İlk oyun ve ilk seyirciler.
‘’Nora 2 (Bir Bebek Evi)’’ esas oyunun derinliğini yakalıyor mu bu tartışılır. İlk oyunun devamı niteliğinde olsa da üzerinde durulan noktalar farklı. Daha önce Nora’ya hiç kızamadık yaşadıklarından ve maruz kaldığı durumdan; böyle bir hakkımız da olamaz zaten. Bir an olsun yargılamadık mı sahi? Bu soru burada asılı dursun. Soylu bir gidişi olsa da gelişi bu soyluluğa pek uzak. Gidişiyle kıyaslandığında gördüğümüz bu kısmı oluyor maalesef. Ve sanıldığı kadar güç bir karaktere de dönüşmemiştir. Sanki. Müstear isimle yazan bir yazardır nihayetinde. Zaten tam da bu yüzden geri gelmiştir. Büyük uğraşlar sonucunda elde ettiği kimliği tekrar kaybetmek istemez ve bu yüzden Tolvard’a kendisinden boşanması gerektiğini söyler. İlk bakışta parlak bir fikir gibi gelse de sakat bir yaklaşım. İlk geliş bunun yüzden olmamalıydı. Kendi açısından olağan tabi. Dejavu olduğumuzu düşünsek de kendimizi toparlıyoruz. Giderken söyleyemediklerini şimdi hiç çekinmeden dışa vurabiliyor en azından. Torvald, bu isteği yerine getirmek istemez. Bu sefer de Torvald’ı da anlıyoruz. Bu sefer de herkesin kendi içinde, sebepleri doğrultusunda haklı olduğu bir durum zuhur ediyor, ki bunu söylemek de bizim hakkımız.
Bir şekilde konu erillik ve dişilik meselesine de gelir. Nora’nın ağzından erillik eleştirisi kulaklarımıza dokunur. Bu gibi söylemler seyircinin duygularının kabardığı en renkli anlardır. Şevkle sarılır bu söylemlere. Çocuklarını bir baba terk etseydi aynı tepkiyi alır mıydı acaba? Ataerkil bir toplumda Nora’nın yaptığı seçim affedilebilecek bir davranış değildir; çünkü annelik kadın kimliğinden önce gelir. Bu açıdan Nora’nın tekrar gelmesi bile büyük bir cesaret örneğidir. Bir bakıma cevap verebilecek güçtedir. M. Proust’un ifadesiyle ‘’koşulların hiçbir önemi yok mudur? Bazen yokmuş gibi görünür.’’ (M. Proust, s. 117.)
Bandı biraz geri saralım. Nora geldiğinde ne gördük sahnede/evde? Salonda Anne Marie, öylece oturmaktadır. Daha çok birini bekler gibi ama. İki sandalye ve ortasında sehpa ve üzerinde de bir şişe su. Sahne son derece sade, işlevi olmayan hiçbir şey yok, ışıklar dahil. Arkada sürgülü bir kapı. Bu aynı zamanda evin bir odasıdır. Ve seyirciye göre sahnenin sol tarafındadır evin dış kapısı. Derken, kapı çalınır. Beklenen an. Anne Marie aksak, ağır bir vaziyette ve onca yılın yükü omuzlarındaymışçasına kapıyı açar. Gelen Nora’dır. Anne Marie’de abartılı olmasa da bir şaşkınlık belirir. Beklemediği bir kişidir çünkü. Kısa bir bakışmadan sonra sarılırlar. Bir süre sonra asıl gelişinin nedenini açıklar Nora. Nora’nın söylediği şey Anne Marie’yi sinirlendirir. Burada tuhaf olan Anne Marie’nin evin asıl sahibini kovmaya çalışmasıdır. Bu açıdan trajikomiktir. Kimlikler yer değiştirmiştir adeta. Ansızın tekrar kapı çalınır. Terk edilen kocadır gelen. Torvald Nora’yı tanımakta güçlük çeker ilk anda. İkisi de şakındır. Ancak Torvald’ın şaşkınlığında aynı zamanda bir öfke de saklıdır. Nora’ya hiçbir şey demeden ihtiyacı olan dosyayı alır ve evden çıkar. Kapı tekrar kapanır.
Nora, Anne Marie’den yardım ister. Onun en iyi çözüm önerisi de Nora’nın küçük kızı Emmy ile konuşması ve babasını ikna etmesi yönünde olur. Nora, buna yanaşmak istemese de kabul eder ve anne kız yıllar sonra karşılaşırlar. Küçük kızı Emmy son derece soğukkanlı ve kendinden emin bir şekilde Nora’yı dinler. Ancak ikisinin arasında bir mesafe vardır. İki yabancının arasındaki mesafe kadar. Belki de bu yüzden Nora’ya kızıyoruz. Nihayetinde kendini özgür hissettiği anda bile çocuklarını görmeye gelmeyen bir annedir. Bu konuşmadan sonra bir gerçek ortaya çıkar, zira Nora, resmi kayıtlarda ölü bir kadındır. Torvald, her şeye rağmen bu kâğıdı alır ve Nora’ya vermek ister. Nora, bunu kabul etmez. Serde kadınlık var. Kendi içinde tutarlı olsa da Nora’nın aslında kafasının karışık olduğunu görürüz. Yazarın afili söylemiyle her şeyin boka battığı bir durumdur. Geldiği gibi gider. Aslında kabuk bağlayan yararı bu sefer kanatan kendisidir. Her ne kadar bir ayağı gitme dese de kendine ihanet etmek istemediğinden gider. Torvald’ın gözlerinde de aynı istek vardır. Sana git diyeceğim; ama gitme Nora. Diyemez. Demedi de.
Metnin bize ne anlattığı kadar yönetmenin nasıl sahnelendiği de önemli şüphesiz. Dönemin şaşalı kıyafetleri ve dekorundan arındırılarak sahnelenmesi bizi hiç rahatsız etmedi; çünkü asıl üzerinde durmak istediği fikirler ve çatışmaydı. Oyuncuların bedenleri dramatik karakterin taşıdığı anlamlar hissedilecek kadar göze çarpmaktadırlar. (Fisher-Lichte, s.55)
Bunun hakkının verildiğini söylemek gerekir. Yerli yersiz kullanılan gotik kostüm ve dekordan bıkmadığımızı kim iddia edebilir ki?
Bu arada başta söylememiz gereken şeyi en sona bıraktık ki dilediğimizce konuşabilelim. Oyundaki oyuncuların hakkını teslim etmesek olmaz. Tansu Biçer’i ilk defa 2003’te Semaver Kumpanya’nın sahnelediği Murtaza’da seyretme şansı bulmuştuk. Abartılı bir cümle kurmaktan kendimizi alamıyoruz. O nasıl bir oyunculuktur be mübarek!.. Ve yıllar sonra karşımızda tıpkı Nora gibi yaş alan bir Tansu Biçer vardı. Bazı oyuncuların oyunculuğu göz doldurur ve cazibesinde de bir yücelik vardır ya hani, öyle işte. Erika Fischer’in deyişiyle ”Oyuncunun “mimik ve jestleri”, seyircinin görsel algısı, yani bakışı dokunaklı gelebilir ve onda temsil edilen karaktere karşı bir yakınlık duygusu oluşturabilir.” (Fischer-Lichte, s.104).
Ancak bu sefer tam rolüne büründü dediğimiz anda oyun bitti. Nora’yı çok dinledik ve hak verdik de zaten. Tek taraflı bir hesaplamayla kaldı. O yüzden hoş bir tat bırakmaktan öteye gidemediğini üzülerek söylemek zorundayız. Oyunculuğun alametifarikası budur belki, kim bilir. Tabi nereden baktığımızla da alakalı bu durum. Kimin tarafındayız burada? Orası muamma. Tülin Özen’i Nora olarak görmek de ayrı bir keyifti doğrusu. Anne Marie rolündeki Nihal Geyran Koldaş ve Emmy’e can veren Zeynep Çötelioğlu’nun naif performansları ve dekor/kostüm: Hilal Polat, Işık tasarımı: Utku Kara ve Asistan: Bilgesu Akın’ı unutursak kanımız kurur. Derinde bir ruhu olan tüm oyunlar ve oyuncular için geçerlidir bu. Bunu da şöhretin bir edebi gerçekliği olmadığını bilenler bilir.
Hadi o zaman izlemeye…
**
Kaynaklar;
Akdağlı, Serpil -Fevziye Eyigör Pelikoğlu, Plastik Sanatlarda Kapı İmgesi, İNÖNÜ ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE SANAT DERGİSİ İnönü University Journal of Culture and Art Cilt/Vol. 4 Sayı/No. 2 , 2018.
Erika Fisher – Lichte, çev. Tufan Acil, Performatif Estetik, Ayrıntı Yay. 2016
Proust, Marcel, çev. Roza Hakmen, Edebiyat Ve sanat Yazıları, YKY, 2021
Not.: Fotoğraf, https://tiyatrodergisi.com.tr/bahce-galatanin-nora-2-oyunu-aralik-ve-ocakta-seyirciyle-bulusmaya-devam-ediyor/, sitesinden alınmıştır.