‘’… Bu fotoğrafların çekildiği yerlerin ayrıntıları, hem bilmediğimiz bir geçmişin kapılarını açar bize, hem de ölümün gizine değin özel işaretlermiş gibi görünür. Fotoğraflar yitirilmiş anları belgeler. Yitirilmiş anlar, zaman ile ölüm arasında en kısa yoldur.’’ Murathan Mungan’ın Paranın Cinleri’nde böyle bahseder fotoğrafların bıraktığı acılardan veya kaybettiklerimizin fotoğraflarından dökülen acılarından. Ne zaman çocukluğumu düşünsem sevdiklerimle çekemediğimiz onca fotoğraf gelir aklıma. Meğer ne çok şey sığdırılmış fotoğraflara. Tabi bunların hiçbiri durup dururken olmaz, bir şey olur hep. Ya şehre biri gelir ya da şehirden çıkar. Bu sefer hafızamızın kapılarını aralayan da Terk Edilmiş Kıyılar// Negatif Fotoğraflar oyunu oldu. İzlerken de hafızamızın odalarını dolaşıp durduk. Galataperform’un dijitalleşen dünyanın bazı bileşenlerinden yararlanılarak sunduğu bu oyun, Yeşim Özsoy tarafından yönetildi. Ferdi Çetin’in kelimelerinin sahneye kattığı büyüyü anmadan olmaz. Birazdan söyleyeceğimiz birçok kelimenin arkasında da bu gerçekliğin yattığını söyleyebilirim.
Sadede gelelim. Lafı dolandırmanın lüzumu da yok zaten. Oyuncu girer. Oyuncu kameraya, yani seyirciye bakar ve buradayım, diyerek başlar anlatmaya. Bir yandan bu söz, bir hayatın da başlangıcıdır. Fakat burada olan burada kalmaz. Evet, o anlatır; biz dinleriz. Hikaye anlatanın peşinden gitmek gibi bir huyumuz var nihayetinde. Bu kişinin kim olduğu, ne yaptığı, ne olacağı, kimlerin oraya geleceği, dertleri-tasaları, sancıları, kaybedişleri, mutlulukları, korkuları, endişeleri, ağlayışları; annesi, babası, kardeşi ve büyükannesi; tüm bunları da dikdörtgen bir masa ve hastane yatağının arasında mekik dokuyarak serer önümüze. Anlatılan anlarla bağlantılı olarak bir hiyerarşi çıkar de karşımıza. Masanın bir ucunda anne, diğer bir ucunda da baba vardır. Karşılıklı oturan iki güçlü beden. Kenarlarda oturanların ise kendilerine ait bir yeri bile yoktur. Orada olmak dışında. Belki de hiç orada bile olmadılar. Ailenin birbiriyle olan bağları yok gibidir; abi gelirim der ama gelmez. Yaşadıkları hayatın müsveddesine dönüşmüş durumdadırlar. Acı olan bu olmasa da trajedisi budur. Gerekmediği sürece konuşmamaları da ilişkilerinin köhnediğini gösterir. Gölgeler, suretler iç içe geçer. Oyuncunun sesi sahnede olmaya devam eder ve elbette müzik dört bir yanı sarar. Bizi nereye sürüklese, o nereye dokunsa, nereyi işaret etse oraya bakarız. Müziğin etkisiyle kanımız çekilmişçesine gözlerimizi ayırmamaya gayret ederiz. Detayların odağında masada oturacak bir yer ararız. Böyle söyleyince masalsı bir anlatım olduğu anlaşılsa da durum tamamıyla farklıdır, absürt bile diyebiliriz. Kamera genel açıya geçtiğinde aslında orada olmayan sadece aile bireyleri değil aslında hiçbir şeyin olmadığını anlarız. Sadece bir masa ve bir lambader vardır. Bu anlatılanlar, yaşandı dediğimiz, günden kalan fotoğrafların yalnızca perde arkasını değil, sahnenin de perde arkasını gösterir. Bu bağlamdan bakınca her şey yerli yerinde görünür; peki bu yaşanılanlara bir ailenin trajedisi demek ne kadar doğru olur? Bedeniyle orada olup ve sözle buradayım diyerek bunu ikrar etmesi, var olan duruma bir derinlik kazandığı muhakkak. Eğer bu bir ironi ise bu sözün sözler içindeki yerini nasıl izah edeceğiz? Kâğıt üzerinde geçerli olan betimlemelerin gözlerimizin içine baka baka yaptığı eylemleri göstermesine ne diyeceğiz? ‘Ben buradayım. Etrafıma bakınıyorum. Üzerimi düzeltiyorum’, derken gerçekten yapması gibi. Kübra Balcan’ın buradaki performansına bir mim koymalı elbet. Sadece bedeniyle değil, aynı zamanda gözleri, bakışları ve sesiyle bizi çıngırak yılanı gibi sokar. Gözlerimizi kapattığımızda bile hem kumsalda, hem de kangren olan masanın etrafında gölgelerimize rastlarız. İyi yazılmış bir metnin hakkıyla oynanması sadece keyif vermekle kalmaz, ömrünü de uzatır seyredenin çünkü.
Bir platoda çekildiği, zaman zaman kamera açısının genişlemesiyle bize gösterilir. Nedendir bilinmez; ama haberim yokmuş gibi çek pozu verilmiş gibi gelmese de açıya dâhil olmaları var olan büyüyü bozduğunu söyleyebiliriz. Bunun çağdaş bir reji olduğu ve sahnelemeye farklı bir hava kattığı yadsınamaz; ancak gene de hileyle çekilmiş bir klişe olduğu gerçeğini değiştirmez. Şuraya da ‘küçük, mutlu ağaçlar çizelim’ demekten başka ne anlamı olabilir ki? Hitchcock’un, filmlerinde seyirciye göz kırpmasına alışkınız da böylesine bir performans için nümayişten öteye gitmediğini söylemek zorundayız. Çünkü batı cephesinde gerçekten yeni bir şey yoksa varmış gibi yapmaya da gerek yoktur. İyi de yanılmış olabilme ihtimalimiz hiç mi yok? Ve gerçekten sormak istiyoruz: bu video-performansın sinemadan farkı ne? Çünkü sinemanın tekniklerinden yararlanılarak …’’mekânının çağdaş teatral araçlarla dönüştürülmesi’’… denilerek ikna olamayız.
Peki ekranın karşısında olan bizi ne etkiledi? Kırmızı olsun bizim olsun düşüncesi baz alınmış olacak ki masadaki birçok aksesuar hep kırmızı. Kırmızının kültürel ve mitolojik anlamlarını burada sıralayarak yeni bir malumatfuruşluk yapmayacağız. Dilce susup bedence konuşan bir çağın içinde bu anlaşılabilir bir yaklaşım. Annenin dudaklarındaki ruj ile babanın kravatındaki kırmızı çizgiler, kızlarının hayatında ne denli bir bağ oluşturduklarını böylece anlamış oluyoruz. Cumhuriyet gazetesinin vurgusuna gelince de eğer bir gazete okunacaksa o da Cumhuriyet olmalı demek değilse de ailenin bulunduğu sınıfını ele vermesi açısından kayda değer bir ayrıntıdır. Kimseye etmem şikayet şarkısıyla ağlarım ben halime dese de söylediğiyle yaptığının aynı olmadığını görürüz; çünkü bize baştan beri orada tutan şey, tam da şikayet ettiği şeylerdir. Biz oradaydık, sen neredeydin?
Şunu diyoruz : izlemediğimiz şeylerle kafa yormuyoruz artık. İzlemekten keyif aldığımız acıların ve gülmelerin peşindeyiz. Sahi, terk eden mi terk edilendir; yoksa terk edilen mi terk edendir?