Sana N’aptılar Böyle?

   Anlaşılır gibi değil. Şiddetle, aşağılanmayı seven bir tarafın var. Kısa süreli ilişkilerinle meşhursun. Terk eden sevgililerinin kıçına bastıkları tekmelerden dolayı zavallı kıçında tekmelenecek zerre kadar boşluk yok. Bu senin suçun! İnce belli bardakta servis edilen çayı soğuttuktan sonra içiyor olman da tamamıyla senin suçun. İstersen bu özelliğinden kurtulabilirsin. Senin elinde. Fakat, diğeri o kadar basit değil. Değişmek istemeyen sensin. Ya da değişemeyen… ‘Can – huy’ mevzuu.

   Seni her seferinde son diye affettiğim bir günü daha yaşamamak için bütün adiliklerini ezber ettim. ‘Müsait misin, son bir kez konuşalım mı?’ mesajı, bir anlık dalgınlığımın eseri. 

   Yine her zamanki gibi seni 75. Yıl Parkı’nda bekliyorum. Fakat burada bekliyor olmamın seninle bir ilgisi yok. Sen yokken de burada bulunmuşluklarım oldu, olacak da. İsmi, bunak bir siyasetçinin siyasi ideolojisine kurban gidip değişmediği sürece de seveceğim. Savaş Caddesi’nin ismi Öğretmenler Caddesi olduğu günden beri bir kez olsun oradan geçmişliğim yoktur. Bunu sana da anlatmıştım. İlk intiba çok önemli. Bir şeyin adı ‘bok’ olsa bile değişmemeli. Çünkü onu yıllar boyunca öyle tanıdı herkes, akıllarda öyle yer etti. O yüzden sayısız karaktersizliğine rağmen bende ismin hâlâ ilk günkü gibi: Yasemin.

  Varlığın uzaktan da olsa görününce sana karşı artık hiçbir şey hissetmiyor olmam normal mi bilmiyorum. Dakikalardır beklettiğin için mahcup olacağına gülerek geliyorsun. Yüzünde en ufak bir utanma belirtisi yok. Bu, senin adına kötü bir durum. Ayrıca otuzunu geçkin bir kadının kolejli havalarına bürünmesi de hoş olmamış. Üzdün! Ama sen bunun farkında bile değilsin. Umursamaz olmak genlerinde var. Hiçbir şey yaşamamışız gibi yalnızca elini uzatıyorsun. Aslında mantıklı düşünecek olursak haklı bile olabilirsin. Keşke tokalaşma faslını da atlasaydık. Bu arada sana karşı artık hiçbir şey hissetmeyişim gayet normal. Anormal olan sensin.

   Nasılsın demek yerine ”N’aber,” kelimesini tercih etmen hoş olmadı. Vurdumduymazlığına bir tatlı kaşığı kadar küstahlık da eklemişsin. Seni bu hazin sona kim sürükledi? Ayrıca konuşurken sürekli yukarıya, gökyüzüne bakıyorsun. Yalan söylemeye de alışmışsın. Seninle görüşmediğimiz süre zarfında insan psikolojisi dersleri aldım. Doğal olarak bundan haberin yok.

   İkimizle alakalı cümlelere ”Aslında,” diye başlıyorsun sürekli. Suçlamaların odağındaki kişi yine her zamanki gibi benim.  Hâlâ hatasız olduğunu iddia etmen tam bir skandal! Oysa, aslında dedikten sonra bir hatayı tam orta yerinden ikiye bölebilir insan. Paylaşmayı bilmiyorsun. Bu, senin eksikliğin!

   Olumlu gitmeye meyilli her cümlene ‘ama’larınla tecavüz ediyorsun. Ama’lardan önceki kelimelerin ne kadar iffetli olursa olsunlar genel olarak bir anlamı kalmıyor. İyi gitmekte olan bir şeylerin ırzına geçiyorsun sürekli. Her şeyi bozmaya bayılırsın zaten. Küçükken babanın aldığı bisikleti de bilerek bozmuşsun, biliyorum. Bana kızmaya hakkın yok! Sırrını benimle paylaşan sensin. İşte bu yüzden gözümden kaçmıyor. Eskiden olduğu gibi, bugün de cümlelerini ve kendini yoldan çıkarmayı sevişin çocukluğundan kalma bir alışkanlık. Hatta en sevdiğin yönün de bu, yoldan çıkmak.

   Kardeşimin hâlini hatırını sorman seni düşünceli bir kadın yapmıyor. Bunlar çok ucuz numaralar. Hem unuttun mu, sen kendinden başkasını düşünmezsin. Bunu da sen söylemiştin.

   Nihayet bakışların söğüt ağacının gövdesine odaklanıyor. Yağmurlu bir cumartesi gününde isimlerimizin baş harflerini ağacın gövdesine kazıdığımız an’ı hatırlıyorsun. Yalnız, artık sadece ‘E’ harfinin kazılı olduğunu görünce üzüldüğünü anlayabiliyorum. Belli etmeme çaban yersiz. İnsan psikolojisi dersleri aldığımı söylemiştim. Bir şeyi yapmak için yapmam, biliyor olman lazımdı. O yüzden almış olduğum derslerin de sonuna kadar hakkını vermezsem üzülürüm. Ama o kadar çok kişi temas etti ve ediyor ki hayatına, bu özelliğimi unutmuş olman gayet normal.

   ”Demek isminin yanından ismimi sildin,” diyorsun, titreyen sesinle. Cümleni kurarken düşünme zahmetine girmediğin ortada. Çünkü ağacın kalın gövdesinde benim ismimin yazılı olmadığı gibi, senin de ismin yazılı değildi. Yalnızca isimlerimizin baş harfi yazıyordu orada. Ben, isminin baş harfini karalayıp yok ettim anlayacağın. Ama bunları sana uzun uzadıya anlatıp kendimi yormak gibi bir niyetim yok. Hoş, sen de dinleyecek vaziyette değilsin zaten. Yüzüne bakıyorum, gözlerin nemli.

   Biraz merhametten sonra, senin sürekli bana yaptığın şeyi yapmakta karar kılıyorum. Kötü bir şeyi iyiymiş gibi aksettirme hadisen. Yanlış hatırlıyor olamam. İkimiz adına, kötü şeyleri iyiymiş gibi göstermek konusunda üzerine yoktu diye biliyorum. Tabii sadece senin yapmış olduğun kötü şeyleri… ”Evet, senin isminin baş harfini sildim ama yerine başka bir harf de yazmadım,” diyorum. ”Ne yani bunun için sana teşekkür mü etmeliyim?” cevabınla, küstahlığının tavan yaptığını görebiliyorum. Restine rest demeyi çok isterdim ama sen farklı bir dünyanın amacına hizmet ediyor gibisin. Seni, saldırganlaşasın diye kimler karanlık odalara hapsetti, kimler önüne tabaklar dolusu çiğ et koydu, merak ediyorum.

   Telefonun çalıyor. Zaten daima konunun en can alıcı yerinde arar sevgililerin. Telefonunun melodisi hâlâ Indila’nın Derniere Danse şarkısını haykırıyor. Sende misafir olarak kaldığım hafta sonlarında koynumda uyuyakalışın geliyor gözümün önüne. Ve annenin tedirgin sesi:

       ”Telefonunu açmayınca ödüm koptu kızım. Bir şey mi oldu diye meraktan öldüm.”

   Sonra, senin pişkinliğin…

       ”Mutfaktaydım duymamışım anneciğim. İyiyim, bir yaramazlık yok. Ben de biraz televizyon      izleyip yatacağım. Babama selamlar.”

   Sana gelmediğim hafta sonlarında acaba kaç defa girdin mutfağa? Ya da ne kadar daha televizyon izleyip yattın? Seni kıskandığımı mı düşünüyorsun? Bu konunun şakasını bile yapma. Hoş değil!

   Arayanın alelade bir adam olduğunu biliyorum. Saklamana gerek yok. Yanıma doğru gelirken ”Babam, merak etmiş de onun için aramış,” yalanını uydurmanın da bir gereği yoktu. Hatta, susman gerekirken konuyu değiştirmek için alakasız bir soru sormanın da…

       ”Sanatla ilgileniyor musun?”

   İşim, kırılan bir cam bardağı birleştirmeye çalışmaktan çok daha zor artık. Konu geçişlerin berbat. Bunu daha önce söyleyen olmuş muydu? Dur, cevap verme. Kimse benim gibi gerçekleri yüzüne vurma cesareti gösteremez. Çünkü seni kullanıyorlar. ‘Kral çıplak’ demenin kime ne yararı var?

   Soruna, ”Tarık Akan öldü,” diye cevap verdiğim için hiç pişman değilim. Sanattan ziyade gerçek sanatçılarla ilgilenirim ben. Sanatı sanat yapan onlardır. Tarık Akan’ın ölümü de çok üzücü ve beklenmedik bir şekilde olduğu için aklımda ayrı bir yer etti. Bir de son olarak Ahmet Erhan’ı görsellerde aramıştım. Merakımı da sanattan sayabilirsen, hepsi bu!

   ‘Anladım’ demeni beklerken suskun kalıyorsun. Beni böyle cezalandırman işime geliyor açıkçası. Seninle milyar yıl konuşmamaya razı olabilirim. Sen, asıl bunu anlamış olmalısın. Tabii ya, o yüzden bu suskunluğun. Oldu, teşekkürler.

   Arayanın aslında baban olmadığı gerçeğini dillendirdiğimde yüzünün o şekli alacağını tahmin etmemiştim. Ayrıca suçunu bastırmak için bağırman da gerekmiyordu. Bağırmanın seni haklı kılmayacağını öğrenemedin gitti. Yüzüne tükürmek geliyor içimden ama yapmıyorum. Tükürük de olsa israfı sevmem.

   Huzursuz hareketlerimden gideceğimi anlıyorsun. Ama biliyorsun, senin daha önce davranman lazım. Bunu düşünür düşünmez, ”Gitmem lazım, kalkalım mı yavaş yavaş,” cümlen, hiç değişmediğinin apaçık bir göstergesi. Hâlâ, gururuna yediremiyorsun bir şeyleri. 

   Sana inat, ”Ben biraz daha oturacağım. Sen gidebilirsin,” diyorum. Bunu söylememden sonra birisi ağlamaya başlayacağını söylese ölsem inanmazdım. Bu duygusallığını hesaba katmamıştım. Şoktayım!

   Gerçekten bitik bir hâldesin. Ağır adımlarla motosikletine doğru gidişini izlerken arkandan bir şeyler söylemek istiyor canım. Mutsuz sonlara bayılırım. ”Sıkıysa motosikletini de boz hadi. Ama götün yemez! Çünkü onu sevgilin hediye etti. Babanın malını kırmak kolay,” diyorum, haşin ve gaddarca. Bunu bilerek ve isteyerek yaptığımı söyledim. Ayaklarımı uzatıp geri dönmeni ve seviyene uygun bir şekilde çamurlaşmanı bekliyorum. Fakat hırsını gözlerinden alıyorsun. O nasıl ağlamak öyle? Hayret bir olay! Şaka bir yana sana ne oldu, sana n’aptılar böyle?

Son Yazılar

Ersin Kurt Yazar:

26 Ağustos 1983'te Eskişehir'de doğdu. Anadolu Üniversitesi Radyo - Tv Tekniği Bölümü'nü ikinci sınıfta terk etti ve akabinde askerlik hizmetini tamamladı. Çeşitli işlerde çalıştıktan sonra 2011 yılında Türk Hava Kuvvetleri bünyesinde sivil statüde çalışmaya başladı ve halen de çalışmaktadır. Birisi öykü altısı şiir olmak üzere yayımlanan yedi kitabı mevcuttur. Ayrıca günümüz yerli filmleri üzerine araştırma, inceleme ve eleştiri yazıları kaleme almaktadır. Şiirleri ve öyküleri; başta, Sadece Şiir, Caz Kedisi, Eliz Edebiyat, Akatalpa, Edebiyat Nöbeti, Şiir Sarnıcı, Son Gemi, Yazar Dergisi, Edebice, Karakedi, Heybedar, Ek Dergi, Kirpi, Yazı Yorum Dergisi, Kibrit Kutusu, Silgi Şiir Dergisi ve Münşeat Dergisi olmak üzere birçok dergide ve internet sitesinde yayımlanmıştır. 2019 yılında düzenlenen 9. Uluslararası Eskişehir Şiir Festivali'ne katılımcı şair olarak katılmıştır. Yayımlanan Kitapları: 1. Gelişigüzel (2014) 2. Farzımuhal (2016) 3. turnuSOL (2017) 4. Darbımesel (2018) 5. Kül (2018) 6. Begonvil (2019) 7. Aklıevvel (2020)