Pisikopat*

   1 Mayıs coşkusunu doyasıya yaşamak için sabırsızlandığım akşamlardan birisiydi. Bu da demek oluyor ki; nisanın son günü, otuzuydu. Ülkecek, başka hiçbir önemli konumuz yokmuş gibi televizyonlarda konuşulan tek konu yine her zamanki gibi Taksim Meydanı’nın kutlamalara kapalı olması konusuydu. Ülke olarak yığınla sorunumuz varken pek zeki devlet büyüklerimizin(!) bütün enerjilerini işçilerin senede bir güncük kutladıkları bayrama harcamaları nevrimi döndürdü.

   Televizyonu kapatıp uyumayı denedim. Erken yattığım için uyuyamayacağımı bilsem de daha fazla haber dinlemek sinir katsayımı artıracağından yatmayı tercih ettim. Gözlerim tavana dikilmişken aklım başka başka şeylerle meşgul oluyordu. Uyuyamasam da çoktan karanlık bir odanın iç huzurunu yaşamaya başlamıştım bile.

   Öylesine düşünürken ilkokul beşinci sınıfı takdirname ile bitirdiğimi ve İl Milli Eğitim Müdürlüğünü’nün de başarılı öğrencilere ödül olsun diye bizi o yıl Hasırca Kampı’na götürdüğünü anımsadım. Kampın futbol turnuvalarında şampiyon olmuştuk o yıl. Ben de her zamanki gibi takımın kalecisiydim. Final müsabakasında daha maçın üçüncü dakikasında bizim sınıftan Susak Mustafa’nın kafasıyla geriye aşırttığı topu filelerde görmüştüm. Yıllarca amatör ve profesyonel maçlarda kalecilik yapmama rağmen hayatımda yediğim en erken goldür o gol. Kupaya o kadar odaklanmıştım ki golden sonra gözlerim doldu. Hırs yaptım. Ama daha da kötüsü maçın henüz başında yediğim gole pis pis sırıtan Duygu İlknur’u da yanına katıp ayrıldı tribünden. Maçı 2-1 kazandık ama Duygu tribünü erken terk ettiği için kupanın ellerimde havalanışını göremedi.

   O gün o kadar çok kızmıştım ki Duygu’ya ilk fırsatta intikamımı alacağıma dair ant içtim.

   Bir de erken gol fiyaskosu yetmezmiş gibi Duygu kendisini ne kadar çok sevdiğimi bile bile her fırsatta Ahmet denilen sümsük ile vakit geçiriyordu kampta. Rehber abiler ile ablaların akşamları bize ateş yakıp gitar eşliğinde şarkılar söyledikleri romantik anlarda da Duygu hep Ahmet’le göz göze geliyordu. Bunu da bilhassa beni kızdırmak için yaptığını çok iyi biliyordum. Oralı olmasa da Duygu’nun suç dosyası giderek kabarıyordu.

   Neyse ki içimde yanan intikam ateşi bir pazar günü, oba olarak gittiğimiz kamp havuzunda söndü. Yaşımız küçük olduğundan rehberler kızlı – erkekli havuza girmemizde sakınca görmediler. Çılgınca havuz sefası yaparken Ahmet’in havuzda olmadığını fark edip usulca İlknur’a yanaştım. ”Ahmet nerede İlknur, o neden gözükmüyor?” diye sordum. İlknur Ahmet’in ateşinin çıktığını, odasında istirahat ettiğini söyleyince dünyalar benim oldu. ‘Yaşasın!’ diye bağırdım içimden. Harekete geçmek için doğru zaman olduğunu anlayınca da Alper’i çağırdım yanıma. İlknur’u Duygu’dan uzaklaştırmasını, oyalamasını tembih ettim Alper’e. İlknur’un Alper’de gözü olduğundan ikiletmeden gitti. Yapayalnız kalan Duygu artık çok savunmasız görünüyordu.

   Babamla koltuğa kurulup TRT’de pazar günleri yayınlanan belgesel kuşağında zevkle izlediğimiz Kısa Kuyruk’un kıvraklığı ile yaklaştım Duygu’ya. ”Merhaba Duygu,” dedim, oralı olmadı zilli. Biraz bekledikten sonra ”Bonen çok şık gözüküyor, rengine bayıldım doğrusu,” deyince, dayanamadı teşekkür etti. Yaşım küçük olsa da her kadının pohpohlamaktan çok hoşlandığının ayırdındaydım. Duygu’dan duyduğum ilk teşekkürün verdiği özgüvenle ”Ahmet hastaymış galiba. Umarım önemli bir şeyi yoktur,” diyerek, ağıma düşürmeye çalıştığım Duygu’ya can alıcı bir konudan yaklaştım. Duygu, ”Evet biliyorum, daha sabah yanındaydım. Kahvaltısını yatağına ben götürdüm,” deyince, gözüm döndü. Kan beynime sıçradı.

   O dakikadan itibaren ben de Duygu’yu kendi silahıyla vurmak için hemen harekete geçtim. Duygu’nun hiç çekemediği Özge’yi gösterip ”Ne kibar kız, şezlongda güneşlenirken bile bu kadar asil mi olur bir insan? Hatları da muhteşem. Obada bikininin yakıştığı tek kız Özge diyebilirim. Tam yaşının kızı. İnce, narin, minyon tipli ve sempatik bir kız,” dedim. Hızımı alamamış olmalıyım ki; ”Objektif bakınca sen de göreceksin ki diğer kızların çoğu hiç kız gibi durmuyorlar. Emin ol şimdi nasıllarsa büyüdüklerinde de aynı olacaklar. Hele ki sen asla değişmeyeceksin. Yaşıtlarına oranla çok iri bir kızsın, kazulet gibi bir kızsın,” dedim. Kazulet kelimesini anneannemden duymuştum. İri kadınlar için hep bu benzetmeyi yapardı. Duyduklarından sonra Duygu’nun gözleri doldu. Havuzun en ucundaki İlknur’a doğru baktı ama İlknur Alper’le çok eğleniyor gözüküyordu. Grogi durumdaki bir boksörün iplerden destek almak istemesi gibi bir şeydi bu bakış. Sersemlemişti ve onu kendine getirecek tek kişinin İlknur olduğunu çok iyi biliyordu. Duygu’yu hazır böyle yakalamışken knock out etmemek ahmaklık olur diye düşündüm ve son hamlemi yapmak üzere yıkıcı yumruğumu vurdum Duygu’nun karaciğer boşluğuna.

   Özge’yi övmemden sonra kendisini bokmuş gibi hisseden Duygu’ya bakarak ”Sen suda boy vermesini biliyor musun Duygu?” dedim. Bana çok kızdığından yine cevap vermedi. Ben de, tekrar pohpohlama yöntemine başvurdum. En başarılı metot denenmiş metottur!

    ”Özge; güzel, narin ve alımlı bir kız olabilir ama sen de farkındasındır ki yüzme bilmiyor. Bana göre yüzme konusunda da en başarılı kız sensin Duygu.”

    ”Gerçekten mi?”

   ”Elbette. Ben gördüğümü söylüyorum. Bende yalan yok! Neyse o! ‘Sezar’ın hakkı Sezar’a’ anlayacağın.”

    ”Sezar kim?”

    ”Boş ver, uzun hikâye. Geniş bir zamanda anlatırım. Şimdi sen soruma cevap ver bakalım. Boy vermesini biliyor musun?” diye tekrar sorunca, Duygu dayanamayıp ”Evet,” dedi. Yapacağım şeyin amacına ulaşıp ulaşmayacağını öğrenmek açısından da ”Peki gözlerin açık mı dalıyorsun suyun dibine? Ben dalamıyorum mesela gözlerim yanıyor ve korkuyorum,” diye sordum. Duygu küçük dağları ben yarattım dercesine yüzüme baktıktan sonra ”Tabi ki,” dedi ve tam karşımdan havuzun dibine daldı. Duygu suya dalınca mayomu indirdim ve Duygu’ya pipiden birkaç inç büyüklükteki uzvumu gösterdim. Fırsat bu fırsat, onunla da yetinmeyip havuza bir güzel işedim. Duygu neye uğradığını şaşırdı. Havuz bir anda ivedilikle renk değiştirince de hemen oradan uzaklaştım.

   Tam Duygu çığlık çığlığa bağırmaya hazırlanırken de ”Sidikli Duygu! Pis şey, işeyecek başka yer mi bulamadın?” diyerek, avazım çıkıncaya kadar bağırdım. En iyi savunma, hücumdur.

   Olanlardan sonra rehber ablalar akşama kadar Duygu’yu teselli etmeye çalıştılar. Ben büyük bir neşe içinde havuzun keyfini çıkarırken Duygu da bir köşede akşama kadar ağladı durdu. Hayatta ağlattığım ilk kadın Duygu’dur! Ama bunu fazlasıyla hak etmişti. Duygu’ya da dediğim gibi: ”Sezar’ın hakkı Sezar’a!” durumuydu yani.

   Hasırca Kampı’nda geçirdiğimiz daha birçok özel zamanımız oldu ama ben yattığım yerden diğerlerini düşünmeye vakit bulamadım. Çünkü küçücük bir kedi eniği yüzünden düşüncelerim bölündü. Arka odada yatmama karşın ön sokakta miyavlayan cılız kedinin sesi bütün bir sokağı inletmeye yetip artmıştı. Haberlerden sonra şimdi de bu kedi yavrusu bayram sevincimi sabote etmeye çalışıyor anlaşılan dedim ve homurdanarak kalktım yataktan.

   Balkona çıktığımda ilk önce yağmurun çiselediğini fark ettim. Hemen ardından kedi yavrusunun sesine odaklanmaya çalıştım bir süre. Derken, karşı evden Hatice abla da daha çok ağlama mahiyetindeki miyavlama sesini duymuş olmalı ki benim balkona çıkmamdan az sonra dışarıya çıktı. ‘Kedi şanslıymış,’ dedim kendi kendime. Hatice abla çok sağlam bir kedi severdir çünkü. Hiç çocuğu olmamış, o da kendisini kedilere adamış zamanla. Bir de eşini kaybedince tüm dünyası kediler olmuş.

   Hatice abla kediyi eline alınca ”Tek yavru o mu Hatice abla, başka yavru yok gibi görünürlerde,” diyerek balkondan laf attım kendisine. Hatice abla da yılların tecrübesine dayanarak ”Diğerlerini annesi kabullenmiş demek ki, yalnızca bu yavruyu dışlamış,” diye, cevap verdi. ”Belki annesi de kara kedinin uğursuzluk getirdiğine inananlardandır Hatice abla. Baksana, kapkara ‘kömür gibi’ bir yavru bu,” dedim. Hatice abla kızgın bir ses tonuyla ”Hadi oradan hergele. Ne uğursuzluğuymuş o! Yok öyle bir şey, o söylentiler tamamen hurafe,” açıklamasıyla bütün kara kedileri akladı. Yavru kediyi kucağına alıp eve girerken de tekrar bana dönerek ”Kömür’ü iyi dedin yalnız. Bundan sonra bu kedinin isim babası sensin. Bu kedinin ismi de; Kömür!” dedi. Hatice ablanın o cümlesinden sonra ister istemez kediyle aramda bir bağ oluştu. Nihayetinde kucağında tuttuğu kedinin isim babası artık bendim.

   Sabah erkenden kalkıp kahvaltımı yaptıktan sonra doğruca Sıhhıye Meydanı’ndaki miting alanına koştum. 1 Mayıs kutlamaları şahane geçti. Kavgasız, gürültüsüz, sıfır sorunlu. Konserin kapanışını muhteşem şarkıları ile Yeni Türkü grubu yaptı. İşçi olmam münasebeti ile bir kez daha kendimle gurur duydum.

   Kutlamalar bittikten sonra arkadaşlarla Barlar Sokağı’na geçtik. Birkaç bira içip eve geçerim diye düşündüm ama bira, fıstık, patates tava falan derken uzadı sohbet. Kaç bira içtiğimi hatırlamıyorum. O güne dair hatırladığım tek şey son biralarımızı yudumladıktan sonra Akif’in illa ciğer şiş yiyelim diye tutturması. Saat henüz geç olmadığından mekandan ayrılıp ciğer şiş yemeye gittik. Ciğercide tıka basa doydum.

   Ciğerlerin üzerine ikram çaylarımız geliyorken nedense birden Kömür geldi aklıma. Ciğerler onu hatırlattı sanırım. Garson çayları getirince ”Ben iki porsiyon daha ciğer alayım fakat sadece ciğer olsun, garnitür olmasın. Dürüm de yapmayın ve ciğeri de paket yapın lütfen,” dedim. Allahtan masadakiler hayırdır gibisinden bir şey sormadılar. Yoksa Kömür’ü açıklamak Barlar Sokağı’nda tekrar masa kurmak anlamına geliyordu. Boru değil, bugüne bugün bir canlının isim babasıydım. Hâliyle bunu anlatmak da eni konu bir masa kurmayı gerektirirdi.

   Sarhoşluk başa bela. Elimde ciğer poşeti olsa da o akşam Hatice ablaya uğramayı unuttum. Aslında unuttuğum daha önemli bir konu vardı ama o konuyu sabahleyin Hatice abla hatırlattı. Erken kalkıp bir sürahi suyu bitirdikten sonra yarım yamalak bir kahvaltı yaptım ve kahvaltıdan sonra tekrar yatmak için odama geldiğimde gözüme ciğer poşeti ilişti. Geceyi hatırladım ve ciğerleri Kömür için aldığım geldi aklıma. Saat henüz erken olsa da Hatice ablanın çok erken saatlerde kalktığını bildiğim için tereddütsüz çıktım evden.

   Kapıyı çalar çalmaz açtı Hatice abla. Akşamdan kalma hâlimi anlamış olacak, ”Ayakta uyukluyorsun, bekleme gir içeri,” diyerek, beni evine davet etti. Salondaki kanepeye oturunca bembeyaz halının üzerinde Kömür’ü gördüm hemen. Kıvrılmış, uyuyordu namussuz. Hatice abla da dış kapıyı örtüp karşımdaki koltuğa oturduktan sonra ”Nasılsın Hatice abla? Ben, şey için gelmiştim, Kömür için,” dedim, hemen. Hatice abla anaç bir tavırla ”Tamam oğlum ne için geldiysen geldin. Aç mısın, sen onu söyle evvela. Çayı şimdi demledim, taze,” dedi. ”Aç değilim ama bir bardak çayını içerim ablacım,” dedim.

   Hatice abla ile karşılıklı çaylarımızı yudumluyorken elimle Kömür’ü işaret ederek ”Hatice abla, madem artık bu yavrucağın isim babası benim bundan sonra izin verirsen ben de Kömür için bir şeyler yapmak isterim. İlk iş olarak, dün akşam Kömür efendiye ciğer almakla olaya başladım bakalım,” dedikten sonra, fiskosun üzerine koyduğum ciğer poşetini Hatice ablaya uzattım. Hatice abla poşeti aldığı gibi bahçeye çıktı. Sokaktaki bütün babacan kedileri çağırıp onlara bir güzel ziyafet çekti. İçeriye girince de ”Sen benimle dalga mı geçiyorsun çocuk? Üç günlük yavru ciğer mi yermiş Allah aşkına? Alacaksan sadece süt al. Bir daha da küçücük yavru için dalga geçer gibi ciğer falan getirme bana,” dedi. Dediklerinde dalga geçmek kısmı hariç sonuna kadar haklı olduğundan; ”Özür dilerim Hatice abla, haklısın. Düşünemedim,” deyip, müsaade istedim. Hatice abla ”Müsaade senin,” dedikten sonra kaçarcasına uzaklaştım oradan.

   Kendi adıma o talihsiz günden sonra ne zaman Kömür’ü görsem ciğer poşeti canlandı hafızamda. Kömür gün geçtikte biraz daha palazlandı ve kocaman bir kedi oldu zamanla. Heybetli görüntüsü ve simsiyah tüyleriyle kediden daha çok pumayı andırır olmuştu sanki. Ben de heybetine heybet katsın diye işyerimde ne zaman et, balık ya da tavuk yemeği çıksa fazlasını alıp taşıdım Kömür’e. Kömür de bilinenin aksine nankör çıkmadı. Hatice abla ile benim yerimin ayrı olduğunu tavırlarıyla hep hissettirdi bize. Yalnız nedense, büyüdüğünde çok hırçın ve saldırgan bir hayvan oldu Kömür. Sokakta ne kadar kedi varsa hizaya dizdi. Bir zamanlar yağmur altında aman dilenen o aciz kedi gitmiş, yerine; gaddar, saldırgan ve bencil bir kedi gelmişti resmen. Geçmişini unutmak insana özgü bir özellikti oysa.

   Gün geçtikçe başkaldırısını o kadar ileri bir boyuta taşıdı ki Kömür, kazara sokağa giren köpeklere bile aman dedirtir oldu insafsız. Şüphesiz bu hırçınlığında kuyruğunu kesen çocukların payı da çok büyüktü. Kömür, kendisi için son derece önemli olan bir parçasını yitirdikten sonra çıkardı içindeki canavarı ortaya. İşten geldiğim bir gün Kömür’ün kuyruğunu sarılı görünce hemen Hatice ablanın kapısını çaldım. Hatice abla bahçede inlerken bulmuş Kömür’ü. Kuyruğunun olmadığını ve kesilen kısmın da kanadığını fark edince Kömür’ü hemen veterinere götürmüş. Veteriner de kuyruğun kalan kısmına müdahale etmiş ve Kömür’ü eve yollamış. Kömür’ün canavarlaşma süreci de o gün başladı işte. İnsan kaynaklı kayıplar canavarlaştırır!

   Kömür’ ün başına gelenleri anlatırken ağlıyordu Hatice abla. ”Ne istediler ki şuncacık kediden. Kime, ne zararı var?” diyordu, sürekli. Kömür’ün öcünü almaya ant içtiğinden haberi yoktu ve o yüzden de Kömür’ün haklı mağduriyetini şiddetle savunuyordu. Baktım Hatice abla durmaksızın ağlıyor, ağlamasına dayanamadım, kalktım, evime geçtim.

   Eve geldiğim gibi çay demleyip balkona çıktım. Kömür kesilen kuyruğuna rağmen hâlâ akıllanmamış, sağa sola saldırıyordu. Hayvanların da insanlar gibi fıtratları olduğu muhakkak. Kömür de inanılmaz derecede bencil, saldırgan ve azgın bir hayvandı. Balkondan yapmış olduğum gözlemlere dayanarak vardım bu sonuca. Zaten mart ayı boyunca sokağın bütün dişi kedilerini sıraya geçirip evvela, sırayla kendisinin becermesi de bunun en somut örneğiydi. Daha dün yardım edin nidalarıyla sokağı inleten o yavru kedi bütün bir mart ayı boyunca çiftleşme naralarıyla sokağı bezdiren bir kedi oluveriyordu, arsızca.

   Balkon gözlemimin üzerinden kaç ay geçti hatırlamıyorum. Bir sabah işe gitmek için evden çıktığımda Kömür’ü Hatice ablanın kaldırımında kanlar içinde yatarken buldum. Caninin birisi Kömür’ün dört ayağını da kesmiş ve alçakça Kömür’ü ölüme terk etmiş. Gözlerim dolu dolu Kömür’e yaklaşırken ölmüş olabileceği ihtimalini hep diri tuttum aklımda. Öyle de oldu zaten. Yanına vardığımda, Kömür’ün bir dönem hüküm sürdüğü sokağımızın tozlu kaldırımında sessiz sedasız bir şekilde ölmüş olduğunu anladım. Uzunca bir süre, ”pisikopat” Kömür’ün canını hangi psikopat ruhlu şerefsizin aldığını bilemiyor olmanın öfkesi dolaştı damarlarımda.

   Kömür’ ün artık sokağımızda gezinemeyecek olduğunu kendime itiraf edince ilk defa istemsiz bir şekilde çaldım Hatice ablanın kapısını. ”Kömür ölmüş Hatice abla, öldürmüşler onu,” dediğimde, evladını yitirmiş bir anne gibi uyuştu Hatice abla. Düşüncesizce çıktı evden. Kaldırımda hareketsiz yatan Kömür’ü gördüğünde bir süre donup kaldı. Sonra, son görevini yerine getiren bir anne şefkatiyle kucakladı ve yerden kaldırdı Kömür’ü. Uzun bir süre tek kelime konuşmadı. Sonra metanetli ve kararlı bir ses tonuyla; ”Kömür’ü evimin arka bahçesine gömeceğiz. Hemen, şimdi!” dedi. Hatice ablanın isteği üzerine Kömür’ü evin arka bahçesine gömdük.

   Şimdilerde ne zaman balkona çıksam Kömür’ün mezarının başında mahallenin yeni lideri konumundaki boz kediyi görüyorum. Sanki, bir bakıma Kömür’den destur almış ve her akşam sokağın durumunu Kömür’e rapor ediyormuş gibime geliyor. Ya da gerçekten de öyledir. Sonuçta Kömür kedi dünyasının bir numaralı baronu idi. Kömür, efsaneydi. Ruhu şad olsun!

* Hikâye başlığı olan ”Pisikopat” başlığı dominant bir kedi hikâyesi olduğu için ve kediye özgü bir hikâye olduğundan dolayı bilhassa öyle yazılmıştır.

Son Yazılar

Ersin Kurt Yazar:

26 Ağustos 1983'te Eskişehir'de doğdu. Anadolu Üniversitesi Radyo - Tv Tekniği Bölümü'nü ikinci sınıfta terk etti ve akabinde askerlik hizmetini tamamladı. Çeşitli işlerde çalıştıktan sonra 2011 yılında Türk Hava Kuvvetleri bünyesinde sivil statüde çalışmaya başladı ve halen de çalışmaktadır. Birisi öykü altısı şiir olmak üzere yayımlanan yedi kitabı mevcuttur. Ayrıca günümüz yerli filmleri üzerine araştırma, inceleme ve eleştiri yazıları kaleme almaktadır. Şiirleri ve öyküleri; başta, Sadece Şiir, Caz Kedisi, Eliz Edebiyat, Akatalpa, Edebiyat Nöbeti, Şiir Sarnıcı, Son Gemi, Yazar Dergisi, Edebice, Karakedi, Heybedar, Ek Dergi, Kirpi, Yazı Yorum Dergisi, Kibrit Kutusu, Silgi Şiir Dergisi ve Münşeat Dergisi olmak üzere birçok dergide ve internet sitesinde yayımlanmıştır. 2019 yılında düzenlenen 9. Uluslararası Eskişehir Şiir Festivali'ne katılımcı şair olarak katılmıştır. Yayımlanan Kitapları: 1. Gelişigüzel (2014) 2. Farzımuhal (2016) 3. turnuSOL (2017) 4. Darbımesel (2018) 5. Kül (2018) 6. Begonvil (2019) 7. Aklıevvel (2020)