Bir Yere Kadar

      Canı sıkılmayagörsün yaprağın. Hanidir kendisine kucak açan, sahip çıkan, kendisini, gövdesindeki paşa konağının en muhteşem odasında ağırlayan dala küfür eder gibi gözünü vefasızca karartarak atlar yeryüzüne. Bir nevi intihar eder, salak şey! Doğa bilimcilerine göre bir çeşit dönüşümdür bu. Zaten her şeyi belirli bir kesim bilir benim yurdumda. Yok, doğa da yaşıyor nefes alıyormuş da, yok dönüşümün tamamlanması için o yaprağın toprakla buluşması gerekiyormuş da, yok çürüyecekmiş de, mantarlaşacakmış da, şuymuş da buymuş…

       Ya, dala ne olacak peki? Dal ne halt edecek yapayalnız, terk edilmiş bir biçimdeyken? Kime inanacak yeniden, kime açacak kollarını, kime dökecek içini, kim çare olacak yalnızlığına? Demek ki bilimin de çaresiz kaldığı durumlar olabiliyormuş. Yeryüzünde, yalnızlık ve terk edilmişlik duygusunu açıklayacak bir babayiğit göremiyorum ben. Yemişim bilimini.

      Herkes kendi poposunu kurtarmanın derdinde. İnsanlar, hayvanlar, ağaçlar, diğer bütün canlılar ve kimi zaman eşyalar bile… Tehlike anında ya da öleceğini içten içe hissettiği bir anda, yaşamak için, korkusundan dolayı kuyruğunu nefesini ensesinde hissettiği avcının eline yahut bulunduğu zemine bırakan kertenkele neyse, yaprak da o işte. Aralarındaki en belirgin fark kertenkelenin canını kurtarmak için kuyruğundan vazgeçmesi, yaprağın; kimi zaman sırf macera olsun diye dalı terk etmesi… Ama sonuç hep aynı. Herkesin arkasında bıraktığı can çekişen bir beden ya da boynu bükük kalmış, çaresiz bir uzuv. Bu kimi zaman kırık bir kalp, kimi zaman bile bile ölüme terk edilen bir canlı, kimi zaman da yaşlı bir ağacın uzvu konumundaki dal olabiliyor ne yazık ki! Kısacası olan geride kalana oluyor.

      Yaklaşık yedi ay önce Aysun da bana aynı şeyi yaptı. Yaprağın dala yaptığını… Kertekelenin gidişine benzetmiyorum gidişini çünkü benimle birlikte iken ne canı tehlikedeydi, ne de ben ona ölüm korkusunu hissettirecek sözler sarf edip, hareketler sergileyip ona ölümle ilgili şeyleri çağrıştırmıştım. Bilakis, kendi gözümden bile sakınmış, mümkün olduğu ölçüde koruyup kollamıştım kendisini. Bu durumda da ben tıpatıp dala benziyorum. Kısacası, alenen görünüyor ki; Aysun’la aramızda bir dal-yaprak(!) meselesi var.

     Doğrusu yaprak dalı terk edince dal ne yapıyor hiç gözlemlemedim bugüne değin. Ama kendimin, Aysun’un gidişinden sonra uzunca bir zaman periyodunda temelli dağıldığını çok iyi gözlemledim. Bitik bir vaziyetteydim, biliyordum lakin elimden de bir şey gelmiyordu. Ya da melankolik ruh hâlini kendime çok yakıştırdığımdan o elbiseyi bir türlü üzerimden çıkarıp atmak istemedim belki de.

      Yalnız itiraf etmeliyim ki; bu sürecin bana en önemli katkısı değişik tatlar keşfetmem konusunda oldu. Votka değil de şarap ile karıştırdım birayı örneğin. Farklı bir tadı var. Kafam çok dalgın olduğundan, çoğu kez çaya şeker atmayı unuttum, şekersiz içtim çayımı. Her defasında acımtırak bir tat kaldı damağımda. Canım yansın isterken viskinin sek daha lezzetli, daha içilebilir olduğunu keşfettim. Aylarca temizlik yapmadığımdan, bulaşık yıkamadığımdan, resmen yosunlaşan su bardağından su içmenin daha leziz olduğunu da yine bu süreçte öğrendim. Her kayıp, önemli kazanımlar katıyor kişiye. Ama olumlu, ama olumsuz…

      Terk edilmişliğin verdiği acıyla ne kadar bir süre hayattan tam manasıyla kopuk biçimde yaşadım, bilmiyorum. Fakat kendimden o kadar ümitsizdim ki yaşamış olduğum bu rezil durum sonsuza dek sürecekmiş gibi bir fikir oluşturdu aklımda. Ta ki, eylülün on birinci gününe kadar…

       Tan yeri ağarmaya yakın bir sabah ezanıyla uyandım on bir eylülde. Şehir o saatlerde tamamen suskun olduğundan olacak; evimin, odamın, kulaklarımın içinde çınladı ezan sesi. Ne bir korna gürültüsü bölebildi hocanın muazzam sesini, ne de münasebetsiz bir dilencinin kapımı çaldığı zilin sesi… Ezan bitince yaşamak, hayattan tat almak, hayata küsmemek çok önemli bir olgu ve mükâfat gibisinden bir düşünce belirdi aklımda. Bu düşüncenin peşinden gitmeye karar verdim, oracıkta, yatağımda.

       Yoğun düşünceden olsa gerek tekrar uykuya dalmışım. Uyandığımda neredeyse öğlen olmak üzereydi. Miskin miskin yatmak yerine bir hamlede kalktım yataktan. Mis gibi bir kahvaltı hazırladım kendime. Kahvaltım bitince rezil durumdaki mutfağımı bir elden geçirdim. Adeta çöp eve dönmüş evim. Allah’tan komşularım hayırlılar da beni belediyeye şikâyet etmemişler. Azimle temizliğe girişince birkaç bardağım telef oldu, attım çöpe. Bardakların içinde ayrı bir yaşam belirmiş. Değişik noktalarına, değişik bakteriler konuşlanmış. Salona, odalara bir süpürge tuttum. Ev adama benzedi.

       Son olarak çalışma masamın tozunu silerken, tenine henüz hiçbir kalem karası değmemiş dosya kâğıdı ilişti gözüme. Spontane bir şekilde kaleme gitti elim ve hayat felsefemin ilk yazılı kurallarını yazdım bakir dosya kâğıdına:

            ”Yeter artık evime bu kadar yabancılaşmam. Her odamın bana soğuk adliye koridorlarını hatırlatması yeter! Yeter yalnızca akşamların bana dost, arkadaş, yoldaş olması. Bir sabah ezanı kadar kutsal hâlbuki yaşanılması gereken gündüzler. Ama yaşamadıktan sonra nerden bilinir ki? Acı eşiğimin yüksek olması, her acıya katlanabilirim demek değil ayrıca. Ayrıca, bir acıya bu kadar bağımlılık da biraz fazla insana. Hem, hayatta her şeyin fazlası zarar. Biraz da kendim için yaşamalıyım artık bu hayatı. Bütün tükenmişlikler ve bütün acıdan ölmüşlükler, bir yere kadar!”

       Henüz adamakıllı fırsatım olmadığından hâlâ, yaprağın dalı adice terk edişinin sonrasında dalın sergilediği tutumunu izleme şansım olmadı açıkçası. O konu halen bir muamma anlayacağınız. Ama dün tesadüfen fırlama bir ufaklığın elinde bir taş parçasıyla duvardaki kerkentekeleyi köşeyi sıkıştırdığına şahit oldum. Kertenkele, yine ölüm korkusundan duyduğu endişeyle kuyruğu bıraktı ve kaçtı. Buraya kadar her şey normal, olması gereken de buydu zaten. Bundan sonrası ise biraz trajikomik. Yerde zıp zıp zıplayan kuyruğu görünce de bizim ufaklık elindeki taşı atarak seyirtti, gitti.

      Yani, geride kalan uzuv bile halen yaşamak için çırpınıyordu. Ve bu yaşam hevesi sadece boş yere çırpınmakla sınırlı da olsa, birilerini korkutup kaçırmaya yetti. Kertenkelenin yapamadığını küçücük bir kuyruk parçası yaptı ve kutsal görevini tamamladı. Düşmanı püskürttü! Oradan ayrılırken düşündüm de, sanırım ben kertenkelenin kuyruğundan feyz aldım. Düşmanı püskürtmek olan son yaşam belirtilerinden değil yalnız. Giderayak, hayata tutunmadaki gayretinden… Biliyorum, yaşamak için benim de az zamanım kaldı. En çok ömrü olanınız kadar az…

Son Yazılar

Ersin Kurt Yazar:

26 Ağustos 1983'te Eskişehir'de doğdu. Anadolu Üniversitesi Radyo - Tv Tekniği Bölümü'nü ikinci sınıfta terk etti ve akabinde askerlik hizmetini tamamladı. Çeşitli işlerde çalıştıktan sonra 2011 yılında Türk Hava Kuvvetleri bünyesinde sivil statüde çalışmaya başladı ve halen de çalışmaktadır. Birisi öykü altısı şiir olmak üzere yayımlanan yedi kitabı mevcuttur. Ayrıca günümüz yerli filmleri üzerine araştırma, inceleme ve eleştiri yazıları kaleme almaktadır. Şiirleri ve öyküleri; başta, Sadece Şiir, Caz Kedisi, Eliz Edebiyat, Akatalpa, Edebiyat Nöbeti, Şiir Sarnıcı, Son Gemi, Yazar Dergisi, Edebice, Karakedi, Heybedar, Ek Dergi, Kirpi, Yazı Yorum Dergisi, Kibrit Kutusu, Silgi Şiir Dergisi ve Münşeat Dergisi olmak üzere birçok dergide ve internet sitesinde yayımlanmıştır. 2019 yılında düzenlenen 9. Uluslararası Eskişehir Şiir Festivali'ne katılımcı şair olarak katılmıştır. Yayımlanan Kitapları: 1. Gelişigüzel (2014) 2. Farzımuhal (2016) 3. turnuSOL (2017) 4. Darbımesel (2018) 5. Kül (2018) 6. Begonvil (2019) 7. Aklıevvel (2020)