Neo-Selefiler Nerede Hata Yaptılar?

Başta şunu vurgulamak lâzımdır ki genel olarak bütün dünyada, özellikle Türkiye’de yaygınlaşan din ve düşünce anarşisi yüzünden herhangi bir sorunu özgürce ve kaygısızca irdelemek kolay değildir. Orta Doğu’da bugün -siyasal aktörler olarak- boy göstermekte olan Selefȋler, hiç şüphesiz muhitimizin en büyük sorunlarından birini oluşturmaktadırlar. Özellikle ürkütücü eylemleri hakkında açıklama yapanlar için bir kâbusa dönüşebilirler. Dolayısıyla güçlü bir desteğe dayanmadan risk alınarak ve ancak belli sınırlarda bu gruptan söz edilebilir![1]

 

Önce belirtmeliyiz ki; Kendilerini «Selefȋler» olarak tanımlayan bu kesimi ilmȋ selefilikle ilişkilendirmek mümkün değildir. Hiçbir tereddüde kapılmadan bunların, erken dönem Haricȋlerin devamı olduklarını söyleyebiliriz. Nitekim İslâm tarihini çok iyi bilenler -akidelerinden, tepkilerinden, savunma yöntemlerinden ve muhataplarına karşı sergiledikleri tavırlardan- «Cihadȋ Selefȋler»in erken dönem Hâricȋlerine[2] benzediklerini anlamakta gecikmezler.

 

Bu kesimin neredeyse tamamı yarı-okumuştur. Özellikle Türkiyeli Neo Selefȋler, Arap yandaşlarından çok daha bilgisiz ve kültürsüzdürler. O kadar ki selefleri olan Haricȋlerin tarihteki maceraları hakkında bile doğru bilgilere sahip değildirler. Bunun önemli nedenleri vardır. Bunlar şöyle özetlenebilir:

 

1) Türkiyeli Neo Selefilerin Kürt kökenlileri, çoğunlukla medreselidirler. (Unutmamak gerekir ki Kürt medreseleri 1800’lerin başından beri Nakşbendȋlerin hegemonyası altındadır.) Her türlü uygarlıktan uzak olan bu yuvalarda sözde eğitim görenler, son yıllarda teknolojinin getirdiği kültürel açılımdan gerek olumlu, gerekse olumsuz yönde etkilendiler. Medresenin ve tarikatçılığın karanlığından uzaklaşabildikleri oranda aydınlanırlarken, -onları ideolojik kaos ortamına çeken militanların etkisinde kalarak- aydınlanma süreçlerini tamamlayamadılar. Bu nedenle çoğu Hizbullah ve benzeri terör örgütlerinin, ayrıca mafyalaşmış vakıf ve derneklerin tuzağına düştüler, maceralar yaşadılar ve büyük acılar çektiler. Bu olaylar, onların bilinçaltını intikam duygularıyla doldurdu. Dolayısıyla kurtulduktan ve sakin bir ortam bulduktan sonra yeni macera arayışları içine girdiler. Çünkü bu duygular onlarda «macera düşkünlüğü» diyebileceğimiz bir bağımlılığa yol açtı.

 

Neo Selefilerin Türk kökenlileri ise çoğunlukla İstanbul, Ankara ve Konya gibi büyük kentlerde yetiştiler. Bunlar, daha çok Türkiye Üniversitelerinde öğrenim görmüş Arap kökenli genç Vahhabȋlerden etkilendiler. 1970’lerden sonra Türkiye’ye gelen ve bazıları Türk ailelerin kızlarıyla evlenmiş olan bu gençler, (Dr. Malez Cemil Awwad örneğinde olduğu gibi) dindar Türk gençleri tarafından büyük bir sempati ve hayranlıkla karşılanıyorlardı. Çalışmalarında özellikle «Tarikatçılık tehlikesi»ne karşı uyarılara ağırlık veren bu genç Arap aktivistler, kısa zamanda Türk arkadaşları üzerinde etkili oldular. Bu sayede İslâm’ın ruhunu inceleme imkânını bulan Türkiyeli gençler, aldıkları uyarıların ne kadar önemli olduğunu anladılar. Fakat bu doğrunun yanında öncülerinin akaid konusunda yaptığı yanlış telkinlerin etkisinde de kaldılar. Aynı zamanda onların sunduğu eylem planları ve mücadele stratejileri ile militanlaştılar. Bu nedenle vasatȋlik çığırını keşfedemediler. Bu yanlışların en büyüğü ise hiç kuşkusuz, genel tekfircilik oldu.[3]

 

2) Türkiyeli Neo Selefilerin işlediği hatalar, kısmen yanlış eğitimden ve tabiatıyla sonuç olarak bilgi yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. Aslında «Cihâdȋ selefiler»’in çoğu, çeşitli branşlarda eğitim görmüş gençlerden oluşmaktadır. Ancak bunlar İslâm âlimlerinden değil, kendileri gibi öğrenci olan Arap arkadaşlarından ders alıyorlardı. Seminerler düzeyinde ve ev sohbetlerinde icra edilen özel suretteki bu geçici ve plansız bilgi alışverişleri (cihad fıkhından) devşirilmiş konulardan ibaretti. Üstelik bu dersler, eğitici ve aydınlatıcı anlatım yöntemleriyle değil, aksine kışkırtıcı telkinler eşliğinde veriliyordu.

 

Bu gençlerden, -Türkiye’deki köhne medreselerde kültürsüz mollaların denetiminde, asırlardır değişmemiş basmakalıp gramer konulu kitapları[4] izleyerek- sözde eğitim görenlere gelince; bunlar da aynen kendi hocaları gibi yetiştiler. Ne Arapçayı dil olarak kullanabildiler, ne de İslâmȋ ilimlerde uzmanlık kazanabildiler. Durum günümüzde de aynen devam etmektedir. Bu nedenle, (Selefȋ olsun ya da olmasın) bu karanlık yuvalarda eğitim(?) görmüş olanlar için medrese hayatı büyük hayal kırıklığı ile sonuçlanmıştır. Çünkü bunlar birer ilim, irşad ve ıslah rehberi olarak yetişememişlerdir. Geçerli birer mesleğe veya sanata sahip olamadıkları için de bunların çoğu ortalıkta kaldılar. Onları terörün içine iten önemli nedenlerden biri de bu olmalıdır. Biraz önce açıklanan rastgele yöntemlerin dışında, bunlardan Arap ülkelerinde nizamȋ surette eğitim görmüş olanlar ise sayıca çok azdırlar. Dolayısıyla yıllara mal olan esaslı ve sistematik bir eğitim görmeden böyle toplama bilgilerle sahaya çıkmakla Selefȋler, bugün bedelini ağır ödedikleri büyük hatalar işlediler.

 

3) Türkiye’de -Selefȋleri de kapsayan- bilgi ve kültür fukaralığının en önemli nedenlerinden biri de devletin ırkçı, gerici ve gayr-i ilmȋ, eğitim sistemidir. Fırsat eşitliğine yer vermeyen, bilimsel kriterlere uymayan ve tabiatıyla çağı okuyabilecek çok yönlü kişiliğe sahip, aydın ve uygar insan tipinin yetişmesine engel olan mahalli ve «milli» eğitim mekanizmasının çarkları arasından çıkıp ortaya serpilmiş talihsiz neslin bir parçası da bu Selefȋlerdir. Özellikle asırlardır İslâm’ın boşluğunu doldurmuş bulunan Müslümanlık gibi senkretik bir dinin etkisi adlında dinȋ eğitim gördükleri için bunlar da aynen Türk ve Kürt ilâhiyatçılar gibi inanç ve kanaatlerinde tutucu olarak yetişmişlerdir. Bu nedenle:

 

* Selefiler de -tarikatçı hanefist- ilâhiyatçılar gibi diyaloga kapalıdırlar. Karşıtlarını küçümsedikleri için muhataplarını anlamakta zorluk çekerler. Yavan, itici ve hikmetten uzak hitaplarıyla -kuşku içindeki- dinleyicilerine hidayet kapılarını açamazlar. Çünkü davetlerinde Nebewȋ nezaket ve edepten uzaktırlar. İnsanların acılarını, ıstıraplarını, perişanlıklarını, bilgisizliklerini, -altında ezildikleri- olumsuz hayat şartlarını ve mazeretlerini hesaba katamazlar. Ezberlerindeki irşad ayetlerinin üzerinde yoğunlaşamaz, derin düşünemezler.[5]

 

* Selefȋler -mükemmel bir eğitim görmedikleri için- vasat bir entelektüaliteden yoksundurlar. Örneğin, aralarında yabancı dil bilen, hayat ve kâinatın esrarı ve fenomenleri hakkında geniş bilgilere ve ikna edici hitap gücüne sahip, donanımlı kimselerin sayısı çok azdır. Bunlar da muhtemelen duygusal oldukları için bir talihsizlik eseri olarak onlara katılmışlardır. Bu yüzden malumatları genelde eksik ve kusurludur.

 

* El-Kaide’nin ürettiği Cihâdȋ Selefilerin en güçlü ve en kanlı örgütü DAİŞ’tir. Bu örgüt halen bir muammadır. Araştırmacıların bütün gayretlerine rağmen DAİŞ’ın arkasındaki karanlık noktaların derinliğine inilememektedir. Tıpkı Sykes-Pıcot planı«Kurtuluş Savaşı»el-Kaide ve ikiz kuleler olayı gibi… Bu hadiselerin sırları ancak yüzyıllar sonra ortaya çıkabilir. Nitekim 800 yıl önce üretilen «Müslümanlık» adındaki dinin şifreleri ancak günümüzde çözülebilmiştir.

 

DAİŞ; gerçekte batılı askeri istihbarat servisleri koordinasyonu tarafından 2014’de kurulan el-Kaide terör örgütünün Orta Doğudaki uzantısıdır. Bilindiği üzere Batının yetiştirdiği ve ürettiği en son düşmanlardan biri Saddam Hüseyin’dir. Bu şahsın batılılar tarafından itildiği maceralar büyük bir kaos ortamına dönüşünce batı dünyası Müslüman ülkelerin yöneticileriyle gizli işbirliği yaparak (imanlı fakat toy ve gafil gençlerden) yeni bir düşman ürettiler. İşte bu düşman DAİŞ’tir. BOP Projesi ve Feto terör olayı da dahil, bütün bu senaryolardan asıl amaç Milli Türk Müslümanlığını ve Arap Vahhabȋliğini güçlendirmek, Şiȋler ve «Sünnȋler» arasında din ve mezhep savaşlarını körüklemek ve İslam’ın sadece zihinlerde kalmış olan silik izlerini de tamamen ortadan kaldırmaktır.

 

* Daişli Selefȋlerin çoğu -aynen Kemalistlertarȋkatçılar, Hanefist ilâhiyatçılar ve Vahhabȋler gibi- taklitçi ve ufuksuzdurlar. Bu kitlelerin hepsi de dinci ve mezhepçidirler. Fanatik olmalarının arkasındaki en büyük neden bu olsa gerektir. Bu yüzden, yıllar önce Vahhabȋ hocaların etkisi altında kaldılar[6]; onları birer idol olarak gördüler ve takipçileri oldular. Ancak DAİŞ Terör örgütü ortaya çıktıktan ve Vahhabȋ Devleti tarafından kara listeye alındıktan sonra Cihâdȋ Selefȋler bu hocalara karşı tavır aldılar. Onları «Kralların yardakçıları» olarak damgaladılar. Buna mukabil Vahhabȋ hocalar da Cihâdȋ Selefȋlere ağır hakaretler yağdırmaya başladılar. Örneğin konuşmalarında Cihâdȋ Selefȋlerden söz ederlerken onları «cehennem köpekleri كلاب النار» diye sıkça aşağıladılar. Vahhabȋler bizzat yetiştirdikleri silahlı örgütlere karşı cephe aldıktan sonra bu kez Cihâdȋ Selefȋler, -cihad amaçlı faaliyetler sırasında sertliği öngören- başka bir hoca grubunu öncü olarak kabul ettiler.[7]

 

* Cihâdȋ Selefȋler de aynen örnek aldıkları Vahhabȋler gibi hiçbir zaman Müslümanlık ile İslâm arasındaki uçurumu keşfedemediler. Bu yapay dini daima İslâm’la karıştırdılar. Kitaplarında ve konuşmalarında Müslimlerden hep «Müslümanlar» diye söz ettiler. Oysa bunlardan, örneğin Arap ülkelerinde yıllarca kalmış ve oralarda öğrenim görmüş olanlar, Araplardan birinin bir kez bile olsun «Müslüman» ve «Müslümanlık» sözcüklerini duymuş olabilecekleri ihtimali yoktur. Çünkü -Türklerden, Kürtlerden ve İranlılardan başka- ne Araplar ne de başka bir millet bu iki kelimeyi hiçbir zaman kullanmaz.

 

Ayrıca; «Müslüman» ve «Müslümanlık» kelimeleri Kur’ân-ı Kerȋm’in ve Sünnet külliyatının hiçbir yerinde geçmemektedir. Yüce dine Allah’ın (c) İslâm adını vermiş olmasına ve bunun Kur’ân-ı Kerȋm’de tescil edilmiş olmasına rağmen[8], Selefȋler bu yabancı ismin nereden geldiğini, kimler tarafından ve ilk kez ne zaman kullanıldığını merak etmemiş ve araştırmamışlardır.[9]

 

* Neo-Selefȋlerdeki gaflet o kadar derindir ki bunlar, son elli yıldır Türkiye’de sergilenen meâlcilik faciasını suskunluk içinde seyretmiş, -Allah’ın kitabı bu ülkede hiç Arapça bilmeyen pervasız bir güruh tarafından çarpıtılırken, çıkar amacıyla bir ticaret metaı haline getirilirken- bu cinayetlere karşı bir savunma platformu kuramamış, ümmeti uyarabilecek nitelikte uluslararası bir çalışma yapmamışlardır. Çünkü selefiler arasında bu vahametin farkına varabilecek bir eğitim düzeyine, bir entelektüel bilince ve bir akademik yeterliliğe sahip kimse yoktur.

 

4) Neo-Selefȋleri şiddet ortamına ve büyük hatalar işlemeye iten önemli nedenlerden biri de yarı-okumuşluktan kaynaklanan taklitçilik, bilinçsizlik ve öngörüsüzlüktür. Bu konuda zihinlere ışık tutmak için Selefȋlerdeki ufuksuzluğa kaynaklık eden şu örnekleri verebiliriz:

 

* Milletler tarihi, İslâm tarihi ve özellikle dinler ve mezhepler tarihi hakkında bilgisizdirler. Bu nedenle; etkileri günümüze kadar sarkmış bulunan önemli olayların içyüzünden habersizdirler. İslâm tarihinde kazanılmış başarıların yanında; İslâm öncesi din ve geleneklerin, -kırılma noktaları olarak- yaşanmış, savaşların, katliamların, komploların, uydurulmuş efsanelerin, felsefȋ akımların, din adına tertip edilmiş hurafelerin kimler tarafından nerede, nasıl ve hangi amaçlarla başlatıldığı, günümüzdeki etkileri ve bunların toplumu nasıl yönlendirdiği hakkında kayda değer bir malumata sahip değildirler.

 

Örneğin; HaricȋlikMürcieŞiaCebriyyeKaderiyye ve Mu’tezile gibi erken dönem düşünce akımlarının siyasal ve ideolojik arka planlarını araştırmaktan âcizdirler. Aynen Vahhabȋler gibi onlar da bu akımların mensuplarını sadece «kelâmcılıkla» ve «bid’atçilikle» suçlamanın ötesinde bilimsel araştırma ve inceleme yapmayı beceremezler. Çünkü bilgisel altyapıdan yoksundurlar. Aralarında çağrışımla iz sürme, hadiseler arasındaki sebep-sonuç ilişkilerini yoklama, ilgilerle şifrelere ulaşma, analiz yapma ve bu sayede belgesel neticeler elde etme gibi maharetlere sahip profesyonel araştırmacılar bulunmamaktadır. Kürt ve Zaza kökenli Selefȋler Türkçeyi başarılı olarak kullanamamaktadırlar. Aralarında Arapça akademik bir makalesi yayınlanmış bir tek selefȋ yoktur. Onun için -gerek eskiden gerekse günümüzde-, dünyayı ve toplumu meşgul etmiş olan fikir akımları, devrimler ve sosyo-politik olaylar hakkında ilmȋ birikimden mahrumdurlar. Örneğin yakın geçmişte genelde bütün dünyayı özellikle Türkiye toplumunu etkilemiş olan pozitivizm, sekülarizm, darvinizm, kapitalizm, komünizm, sosyalizm, sömürgecilikmuhafazakârlık, ırkçılık, solculuk ve sağcılık gibi düşünce akımları, masonluk, mafya ve yer altı örgütleri gibi gizli teşkilatlar hakkında Selefȋlerin önemli ve doğru bilgilere ulaşabildiklerini tahmin etmek güçtür. Bunlar bir yana, -kimlik bunalımının semptomları olarak- Kemalizm, tarikatçılıkmezhepçilik, Türk İslam sentezi, etnik sorunlar, terör, din sömürüsü, yolsuzluklar, darbeler ve türban yaygarası gibi Türkiye’nin iç sorunları, Selefȋlerin hemen hiç dikkatini çekmemiştir. Çünkü selefȋler, gerek Türkiye toplumunun, gerekse -İslam’dan soyutlanmış- öbür Müslüman toplumların sosyolojisine ilişkin araştırmalardan tamamen habersizdirler. Örneğin; Prof. Dr. Mete Tunçay, Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak,  Prof. Dr. Mikâil BayramSüreyya Suİsmail BeşikçiAyşe Hür, Tunuslu Tahir Bin Aşûr, Cezayirli Prof. Dr. Muhammed Arkun’un, Mısırlı Taha Hüseyn ve İngiliz Prof Dr. Hamit Algar gibi çağdaş araştırmacı akademisyen ve yazarlara ait kitap ve makalelerden hiç bir Türkiyeli Selefȋnin haberdar olduğunu, CogitoKöprü ve Uluslararası Hakemli E-Dergi olarak ünlenen Akademik DargiPark gibi düşünce dergilerine benzer yayınları izlediğini tahmin edebilir misiniz? Çünkü bu kesim, yıllardır Vahhabȋliğin karanlığında kaybolmuştur. Nitekim Selefȋlerin  kütüphanelerinde Arap dil grameritefsirhadisfıkıh ve Akaid konularını içerenlerin dışında- ciddi ve kapsamlı bir ilmȋ kaynak pek bulunmaz. Çağdaş araştırmacıların ve yerli oryantalistlerin son yıllarda kaleme aldıkları çok önemli kitaplardan da habersizdirler.[10] İşte bu tek taraflılığın, bu sırf mahalliliğin ve dünyadan soyutlanmışlığın sonucu olarak, algıları körelmiştir.

 

* Neo-Selefȋler, tarih, sosyoloji, antropoloji ve siyaset bilimi ile hiç ilgilenmedikleri için geçmişi günümüze bağlayamaz ve konjonktürü yorumlayamazlar; dolayısıyla tevhid dininin tarihi süreçler boyu nasıl yozlaştırıldığını, nasıl çarpıtılıp dönüştürüldüğünü keşfedemez, bu nedenle de sapmalara karşı isabetli stratejiler geliştiremezler. Nitekim bunlardan bir kısmının şiddet kullanan örgütlere sempati besliyor olmasının büyük nedeni buradan kaynaklanmaktadır. Bunun önemli kanıtlarından biri, el-Enfâl Sûresi’nin 67’nci âyeti kerimesinin derinliği üzerinde Selefȋlerin hiçbir zaman yoğunlaşamamış olmasıdır. Bu münasebetle vurgulamak gerekir ki bunların özlediği devlet şekli, -sergiledikleri bilgisizlik, bilinçsizlik, ilkellik ve şiddete dayalı stratejiler yüzünden- asla vücut bulamaz. Buna imkân yoktur. Çünkü bu hayâlȋ devlet tasavvuru, Kur’ânȋ ve Nebevȋ bir İslâm devleti değildir. Ve çünkü ilk İslam Devleti ve İsrail örneklerinde olduğu gibi; -dünyanın defakto olarak kabullenmek zorunda kalabileceği bir kimlik ve nitelikle tarih sahnesinde yer almayan- hiçbir siyasal yapı, yer küre üzerinde (devlet adı altında) kendine asla yer bulamaz!

 

Neo-Selefȋler, 1500 yıllık İslam tarihinde yaşanmış binlerce olayın kütüphaneler dolusu kayıtları şöyle dursun, Türkiye’de Cumhuriyetin başından günümüze dek cereyan etmiş siyasi kavgalar, katliamlar, toplu sürgünler, sosyal ve kültürel değişimler, derin devletin işlediği faili meçhul cinayetler, askeri darbeler ve yeraltı faaliyetleri hakkında ciddi malumata sahip değildirler.

 

* Neo-Selefȋler, Hz Rasûl’ün (s) büyük çoğunluğu müşrik olan bir toplum içinde yaşadığını, bir yandan müşriklerin sapkınlıklarına karşı 23 yıl savaş verirken, öbür yandan büyük bir olgunluk, soğukkanlılık ve sükûnet içinde onlarla sürekli diyalog kurduğunu takdir edememektedirler. Halbuki Hz Rasûl’ün (s) bu süre içerisinde onlarla münasebet gereği tokalaşmış olduğu, ikram ettikleri (helâl) gıdaları yediği, hediyelerini kabul ettiği kuvvetle muhtemeldir. Nitekim onlarla antlaşma yaptığına ve bu sıralarda onların bazı direnişleri karşısında geri adım attığına ilişkin tarihî kanıtlar mevcuttur.

 

* Neo-Selefȋler, Türkiye toplumunun sosyolojisi hakkında bilimsel malumata sahip değildirler. Bu ülkede kaç etnik kitle yaşamaktadır; kaç dil konuşulmaktadır; Toplumun inançları, İslâm öncesi dinlerden hangilerinin tesirlerini taşımaktadır ve bunlar nelerdir; Malazgirt savaşından önce bu coğrafyada hangi toplumlar vardı ve buraya akın eden Türkler yerlilerle nasıl kaynaştılar; Arap, Fars ve Bizans kültürünün, Türkiye halkı üzerindeki etkileri nelerdir, gibi yüzlerce soruya bilimsel cevaplar bulabilecek hemen hiçbir selefi yoktur.

 

* Unsurlarının büyük kısmı İslâm’dan aşırılmış, senkretik bir beşerȋ din olan Müslümanlığın, 800 yılı aşkındır İslâm’a indirdiği darbelerin neticesi olarak süreçler boyu evrilen ve günümüzdeki şeklini alan Türk HanefizmiKürt ŞafiizmiAlevilikBektaşilik ve başta Nakşbendȋlik olmak üzere kurulmuş onlarca tarȋkat hangi hilelere başvurularak örüldü; bu mistik ve dinsel yapıların tamamını kapsayan Müslümanlığın (İslâm’a alternatif) bir paralel din olarak hangi teorisyenler tarafından projelendirildi; onların hangi halefleri tarafından günümüze kadar devam ettirildi?.. Bu sorulara selefȋlerin verebileceği hiçbir cevap yoktur.

 

* Selefȋler; -dinȋ olsun dünyevȋ olsun- sorunları hiçbir zaman aciliyet ve öncelik sırasına göre ele alma beceri ve basiretini gösteremediler. Örneğin Türkiye toplumu da dahil insanlığın şirk bataklığına saplanmış olduğu günümüzde; Mütevâtir olmayan hadislerMehdi’nin gelmesiHz. İsa’nın nüzulü ve benzeri konuları gündeme getirerek zamanlarını ve enerjilerini boşa harcadılar. Halbuki müşrik bir toplum «Haber-i âhâdın» delil olduğuna, mehdi’nin geleceğine ve Hz. İsa’nın nazil olacağına inansa da bunun ne yararı vardır? Nitekim tarikatçıların büyük çoğunluğu, bu konularda Neo Haricilerle aynı inanç ve kanaatleri paylaşmaktadırlar. Onlar da aynen Selefȋler gibi «dinimiz İslam’dır, biz ehl-i tevhidiz» diyorlar. Bununla birlikte «elhamdülillâh müslümanız» diyerek iki dinli yaşadıklarını söyleme çelişkisini sergiliyorlar.

 

***

Bu ürkütücü tabloya rağmen, Haricȋ Selefȋler evleviyet prensibini bir kenara koydular. İkincil ve üçüncül meseleleri ısrarla öne sürerek o kadar çok bocaladılar ki bir yandan Hicaz’daki Vahhabȋ hocalarını (birkaç yıl öncesine kadar) adeta yanılmaz kabul ederlerken öte yandan Vahhabȋlerin İstanbul’daki baş misyoneri ile ters düştüler. Aslında onlardaki bu bocalama; (asırlardır birikmiş olan yığınlarca sorunun, ancak içtihâd yetkisine sahip bir ulemâ konseyi tarafından tartışılarak çözüme kavuşturulabileceği) hakkında bunların herhangi bir düşünceye sahip bulunmuyor olmasından kaynaklanmaktadır.[11] Bu da onların dünya ve ümmet gerçeklerinden ne derece habersiz olduklarını gözler önüne sermektedir.

 

* Selefȋlerin sergilediği ilginç çelişkilerden biri de başka dine bağlı olan bir topluma, İslâm’ın (bid’atlere bulaşmış) mensubu gibi yaklaşmalarıdır. Bu mantıkla, mesajlarını örneğin -Yahudiler, Hıristiyanlar, Hindular ve Budistler gibi- gayr-i Müslimlere hiçbir zaman yöneltmezlerken, ısrarla ve sürekli olarak Müslümanların tamamını muhatap aldılar. Çünkü onları Müslimler diye hesaba kattılar. Oysa eğer Selefȋler Müslümanlığın arka plan şifrelerine ulaşabilme başarısını göstermiş olsalardı, onun gerçekte İslâm’dan tamamen ayrı bir din olduğunu; aynı zamanda Müslümanları yönetenlerin Siyonist-Haçlı işbirliğinin Ortadoğu’daki askerleri olduklarını öğreneceklerdi. Dolayısıyla neden Avrupa’da, Amerika’da İsrail’de ya da Hindistan’da değil de Orta Doğu’da savaş verme çelişkisine düştüklerini anlayacaklardı. Çünkü Müslümanları alet olarak kullanan ve Müslümanlığı İslâm’ın üzerine musallat eden Küresel güçler, başta Yahudiler olmak üzere küfür milletinin çeşitli kesimleridir. Dolayısıyla tevhide ve hidayete davet mesajlarının Müslümanlardan önce bu milletlere yöneltilmesi gerekmez mi? Ne var ki Selefȋlerdeki kararmış ufuklar bu tabloyu görmelerine engel oldu.

 

Bu çelişkilerin temelinde esasen Orta Doğu’nun siyasi tarihindeki karanlık noktaların derin etkileri vardır. Bu bölgedeki yaygın ırkçılık tehdidi altındaki ilim adamları bu noktalar üzerinde yoğunlaşamamaktadırlar. Çünkü bu coğrafyada merhamet pınarları kurumuş, erdemler adeta buharlaşmıştır. Bölgedeki hiçbir devletlerin bünyesinde sapkınları rehabilite eden irşad ve ıslah kurumları yoktur. Adeta birer mafya teşkilâtı gibi işleyen bu devletlerin tamamı kanun zoru ve polisiye tedbirlerle ancak itaati sağlayabilmektedirler. Din laikçilerin, Kemalistlerin, Baasçilerin, Nusayrilerin, Tarikatçıların, Vahhabȋlerin ve sermayenin bir sömürü çarkı haline gelmiştir. Üstelik bu devletlerdeki kurumların tamamı birbirlerinin alanına son derece yabancıdırlar. Bu nedenle isteseler de bir konuda eşgüdümü sağlayamazlar.

 

Örneğin Türkiye’de; Orta Doğu üzerine araştırma ve inceleme yapan akademisyenler, siyasi analistler, gazeteciler ve sözde «tarihçiler», Arapça ve Farsça bilmedikleri, aynı zamanda İslâmȋ ilimlerden habersiz oldukları için İslâm’ı Müslümanlıktan ayırt edememekte, dolayısıyla bölge sorunlarının içyüzüne vakıf olamamaktadırlar. Sonuç olarak siyasi kadrolara yararlı danışmanlık hizmetleri verememektedirler. Nitekim cahil gazeteciler «DAİŞ» terör örgütüne «IŞİD» diye tuhaf bir isim taktılar. İlginçtir ki Daişliler, Türkiye’de kendilerine verilen bu isimden habersizdirler! Sonradan kullanılmaya başlayan «DAİŞ» adı bile yıllardır «DEAŞ» ve «DAEŞ» şeklinde her gün binlerce kez yanlış telaffuz edilmektedir. Bu bile medyayı ve siyaseti yönetenlerin, yaşadıkları Orta Doğu bölgesinin tarihi ve kültürü hakkında ne kadar bilgisiz olduklarını göstermektedir.[12] Bunların, bölgede cereyan eden din ve mezhep savaşlarının arka planını, özellikle Selefȋlik probleminin içyüzünü anlamaları mümkün müdür!

 

Sonuç olarak; hafızalardan silinmiş eski sorunların devamı, bu coğrafyanın manzarasını yeniden karartmakta ve karartmaya devam etmektedir. Nitekim Kadȋm Haricȋlik, bölgenin antropolojik arşivinde unutulmuş binlerce sorundan biri olarak zaman zaman başka isimler altında yeniden alevlenmektedir. Fakat biraz düşünelim ve kendimize soralım: Acaba Müslümanlık, Şiilik, Nusayrȋlik, Bahâilik, Kadyanȋlik, Nurculuk, Nakşbendȋlik, Fetoculuk, laikçilik, Kemalizm ve PKK’cılık da farklı adlar altında patlak vermiş birer haricȋlik değil mi?

 

———————————————————————————–

[1] Devlet her zaman sizi koruyamaz, onun için; vaktiyle her biri, tehlikeli bir örgüt hakkında ifşaatlarda bulunmuş olan Cevat Rıfat Atilhan, Prof. Dr. Şaban Kuzu, Şemsettin Güler, Uğur Mumcu, Aytunç Altındal ve daha bir çok araştırmacının uğradığı akıbet, her araştırmacı için ibret olmalıdır!

 

[2] İlk Haricȋler, Tahkim olayından sonra Hz. Ali’ye karşı örgütlenen, onunla savaşan ve en sonunda onu şehit eden anarşist bir gruptur. Şebes b. Rib‘î et-Temîmî, İbnü’l-Kevvâ ve Abdullah b. Vehb er-Râsibî tarafından organize edildiler. Genç İslâm Devleti’ni uğraştırarak enerjisini kısa zamanda tükettiler. Bunu fırsat bilen Ümeyye oğulları, İslâm rejimini ortadan kaldırarak onun enkazı üzerinde ırkçı Emevȋ Krallığını kurdular.

[3] Tekfir تكفير sözcüğü: birini veya bir grubu kâfirlikle suçlamak anlamına gelmektedir. Türkiye’de sıkça kullanılmıyor ve toplum tarafından bilinmiyor olmasına rağmen, «İslâm Dünyası»’nın birçok yerinde olduğu gibi, Toplumumuzda da bazı kişi ve gruplar, başka kişi ve gruplar tarafından kâfirlikle suçlanmaktadırlar. Yani -kitâbî tabirle- «Tekfir» edilmektedirler. Her ne kadar bu ülkede milyonlarca insan, Tekfirin kitâbî olarak ne demek olduğunu bilmiyor ise de, bu sözcüğün, en azından şu anlama geldiğini bilmek zorundadırlar:

 

Söylediği bir söz, ya da sergilediği bir davranış nedeniyle, birinin İslâm Dini’nden çıktığını söylemeğe ve bunu bir hüküm olarak kabul etmeğe TEKFİR denir.

 

Böyle bir hüküm, bilimsel dayanaktan yoksun olduğu zaman toplumsal sorunlara yol açabilir. Nitekim Hâricȋ Selefȋler bu aracı pervasızca kullandıkları için Orta Doğu’da din ve mezhep savaşlarının patlak vermesine neden olmuş, bölgeyi bir fitne arenasına çevirmişlerdir. Çünkü tekfir konusunda (yetkili merciin değil), herhangi bir kimsenin -İslâmî yandaşlık adına Tekfire yüklediği anlam bakımından- verdiği hüküm tartışma konusu olabilir. Ve çünkü Tekfir, iki ağzı keskin bir kılıç gibidir, kullanıldığı olayda suçu hangi ağza yüklemek gerektiği konusunda yanlış yapanlar en az Tekfirci kadar sorumlu olurlar! Aynı şekilde Tekfir edilen kişi eğer gerçekten bu suçu hak etmemişse Tekfir eden kimse yine büyük bir sorumluluk yüklenmiş olur. Onun için Tekfir konusunda İslâm fıkhının sınırlarına azami derecede dikkat etmek gerekir.

 

[4] Asırlardır değişmemiş olan bu kitapların adları şöyledir: Bina, Maksud, Avâmil, Kâfiye, İzhar, Şerh’ul-Muğni, Tasrifu’z-Zencânȋ, Katru’n-Neda, Hallu’l-Meakıd, Elfiye, Netaicu’l-Efkâr ve Fevâidu’d-Dıyâiyye (Molla Cami)… Bu kitapların tümünün konusu Arap dil grameridir. Medreselerde ayrıca Arap edebiyatı ve Aristo Mantığı okutulur. Ancak bu medreselerde yazılı eğitim, ödev ve sınav yoktur.

[5] Bkz. Yunus Sûresi âyet:99; en-Nahl Sûresi âyet:125; Tahâ Sûresi âyet:43; 44; Fatır Sûresi âyet:8; el-Ğaşiye Sûresi âyet:21-22.

 

[6] Bu hocaların önde gelenlerinin adları şöyledir: Örneğin: Abdülaziz bin Abdillâh bin Bâz, Abdülaziz bin Abdillâh Aluşşeyh, Nasiruddȋn el-Elbânȋ, Rabȋ’ bin Hadi el-Madhalȋ, Salih bin Fevzân, Salih bin Muhammed el-Luhaydân, Abdullah bin Abdirrahman el-Cibrȋn, Salih bin Abdilaziz âluşşeyh, Abdürrezzak bin Abdilmuhsin el-Bedr, Mukbil bin Hadi el-Vâdiȋ, Cemal bin Ferhan el-Hârisȋ, Ali bin Muhtar er-Ramelȋ, Muhammed Said Raslân, Zeyd bin Hadi el-Medhalȋ, Said bin Abdirrahman el-Husayn, Ali bin Yahya el-Haddâdȋ, Sefer el-Havalȋ, Nasır bin Abdilkerim el-Akl, Abdullah bin Abdilmuhsin et-Türki ve Selman bin Fahd el-Avda.

 

[7] Bu hocaların önde gelenlerinin adları şöyledir: Örneğin: Abdülaziz bin Abdillâh bin Bâz, Abdülaziz bin Abdillâh Aluşşeyh, Nasiruddȋn el-Elbânȋ, Rabȋ’ bin Hadi el-Madhalȋ, Salih bin Fevzân, Salih bin Muhammed el-Luhaydân, Abdullah bin Abdirrahman el-Cibrȋn, Salih bin Abdilaziz âluşşeyh, Abdürrezzak bin Abdilmuhsin el-Bedr, Mukbil bin Hadi el-Vâdiȋ, Cemal bin Ferhan el-Hârisȋ, Ali bin Muhtar er-Ramelȋ, Muhammed Said Raslân, Zeyd bin Hadi el-Medhalȋ, Said bin Abdirrahman el-Husayn, Ali bin Yahya el-Haddâdȋ, Sefer el-Havalȋ, Nasır bin Abdilkerim el-Akl, Abdullah bin Abdilmuhsin et-Türki ve Selman bin Fahd el-Avda.

 

[8] Bkz. Âl-i İmrân Sûresi, âyet:19, 85; el-Mâide Sûresi, âyet: 3.

 

[9] Selefȋler bu konudaki bilgileri, ilk kez 2016 yılında internet ortamında yayınladığım تذكرة السلفيين adı altındaki çalışmamdan öğrendiler. Nitekim onlardan bir grubun liderine; «artık İslâm’ı bu yabancı isimle anmaktan vazgeçin,» diye uyarıda bulunduğumda bir an tereddüt geçirmiş ve «biraz düşünmem lâzım,» diye cevap vermiş idi.

 

[10] Bu kitaplardan bazıları şunlardır:

 

* Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak, Türkiye Sosyal Tarihinde İslâm’ın Macerası

* Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak, Türkler, Türkiye ve İslâm

* Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak, Türk Sufiliğine Bakışlar

* Mehmet Durmuş, Abant Konsili

* Dr. Hamdi Kalyoncu, Liderere Tapınma Psikolojisi

* Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar

* Prof. Dr. Mikail Bayram, Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi

* Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı, Orta Asya’da İslâmiyetin Yayılışı ve Türkler

* Prof. Dr. Şinasi Gündüz, Mitoloji ile İnanç Arasında

* Ali Fuat Bilkan, Fakihler ve Sofuların Kavgası

* Süreyya Su, Hurafeler ve Mitler- Halk İslâmında Senkretizm

 

[11] Bu ilgiyle; uzun listelere ancak sığdırılabilecek olan ümmet sorunlarından sadece aşağıda sıralananlar bile sözü edilen bir konseyin varlığına ne kadar büyük ihtiyaç duyulduğunu göstermektedir. İşte bu sorunların sadece acilleri:

 

  • İslâm’ın bütünlüğünün tesbiti sorunu
  • Müslümanlık sorunu
  • Allah’ın hakimiyetinin ihlâli sorunu
  • Darü’l-harb sorunu
  • Oy kullanma sorunu
  • «Dırar camileri» sorunu
  • Kur’ân’ın ölmüş insan ruhuna okunması sorunu
  • Kitabȋ müşriklerle muamele sorunu
  • Müslüman müşriklerle muamele sorunu
  • Tekfir sorunu
  • Kâfirlere teşebbüh sorunu
  • İslâm ümmetinin yeniden yapılandırılması sorunu
  • Cihad ve mücadele stratejileri sorunu (El-enfâl/67)
  • Cuma namazı sorunu
  • Küfür ve şirkle mücadele sorunu
  • Müşrik Müslümanlar tarafından yapılan kesim ve gıda sorunu
  • Tevkifiye sorunu
  • Meâlcilik sorunu
  • Sünnet inkârcılığı sorunu
  • Tarikatçılık sorunu
  • Bid’atçilik, efsanecilik, tarih saptırmacılığı ve mitolojik din sorunu

 

Ne var ki bu sorunları çözüme bağlayacak müçtehitlerden oluşan bir ulema konseyinin kurulması ancak İslâm devletinin varlığıyla mümkündür. Asırlardır bir İslâm devletinin tarih sahnesine çıkmamış olması ise bu yoldaki özlem ve beklentilerin şimdilik hayâlden öteye gitmeyeceğini göstermektedir.

 

[12] Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanan DAİŞ Raporunda bu örgütün adı doğru şekilde, «DAİŞ» olarak zikredilmiştir. Çünkü bu kurumda Arapça bilenler vardır. Ne ilginçtir ki bu rapora rağmen, İmam Hatip Lisesinde eğitim görmüş olan Cumhurbaşkanı bile örgütün adını «DEAŞ» olarak telaffuz etmektedir!

Son Yazılar

YAZAR HAKKINDA 1945 yılında Muş’ta doğan yazar Feriduddin AYDIN, Hz. Hasan’dan devam eden Haşimî Hanedânı’nın 35’inci kuşağındandır. Ataları 1258 de Moğolların saldırısı üzerine Abbasîlerin başkenti Bağdat’tan göç ederek Siirt’e gelip yerleşmişlerdir. Yazar, asırlar boyu ilimle haşir neşir olan ve nesillerine miras olarak bilgi birikimlerini bırakan ailesinin geleneğine uyarak, -hem Türkçe, hem kendi ana dili olan Arapça-, köklü ve çok yönlü bir eğitim aldı. Multilingual olarak yetişen yazar, aşina olduğu yabancı diller sayesinde ve hayata atıldıktan sonra edindiği deneyimlerle geniş bir ufuk kazanandı. Türkiye’de son yüzyıl içinde din, dil ve ahlakta yaşanan yozlaşma ve çöküş süreçleri üzerine çeşitli araştırmalar yaparak (Arapça ve Türkçe) birçok eser verdi. Bunlardan biri de «TARİKATTA RABITA VE NAKŞİBENDİLİK» adlı çalışmadır. ------------------------------------------ ABOUT THE AUTHOR The writer Feriduddin AYDIN, born in Mush Eastern Turkey in 1945, He is the 35th descended from the Hashemite dynasty, which is continuing from Hasan ben Ali. The ancestors were settled in Siirt by immigrating from Baghdad, the capital of Abbasids upon the attack of the Mongols in 1258. The author has received a good and multi-faceted education in both Turkish and Arabic, each of which is his mother's language according to the tradition of his family, which for centuries inherited knowledge as a heritage. The author has gained a great deal of knowledge thanks to the foreign languages he has mastered as he is multilingual and has benefited from the experiences he has experienced since his life. Has conducted various researches on the impact of collapse and corruption in religion, language and ethics during the last century in Turkey. His works were written in Arabic and Turkish. One of his most famous researches is a work called "The Naqshbandi Method Between Its Past and Its Present", written in Arabic and published on the Internet. ------------------------------------------------- عن المؤلف الكاتب فريد الدين آيدن، وُلِدَ في مدينة موش الواقعة شرقي تركيا في عام 1945، وهو من الطبقة 35 من السلالة الهاشمية الممتدّة من صُلب حسن بن علي. أقامَ أسلافُهُ في مدينة أسعرد الواقعة في جنوبي شرق تركيا اليوم، بعد الهجرة من بغداد، عاصمة العباسيين على أثر هجمات المغول في 1258. وقد تلقى المؤلف تعليما جيدا ومتعدد الأوجه، باللغتين التركية والعربية، يُعدّ كل منهما لغتة الأم بالنسبة له وفقا لتقاليد أسرته التي ورثت منذ قرون المعرفةَ كتراث. اكتسب الكاتب آفاقا واسعة بفضل اللغات الأجنبية التي يُتقنها إذ هو متعدد اللغاتِ كما استفادَ من التجارب التي عاشها طوال حياته. أجرى بحوثا مختلفة حول أثر الانهيار والفساد في الدين واللغة والأخلاق خلال القرن الماضي في تركيا. تمت كتابة أعماله باللغتين العربية والتركية. وأحد أشهر أبحاثه هو عمل يسمى "الطريقة النقشبندية بين ماضيها وحاضرها"، وهو مكتوب باللغة العربية يُنشر على شبكة الإنترنت.