Hayatın anlamı üzerine düşünmek insanoğlunun en büyük meşguliyeti olmuş. Determinist bir mantıkla çalışan insan beyni, her şeyin bir sebebi, bir anlamı olduğunu düşünmüş. Sebepleri aramakla kalmamış, bir de bu sebeplere anlamlar yükleme ihtiyacı hissetmiş. İnsan doğası böyledir. Beyni böyle çalışır işin doğrusu. Anlamlandıramadığı şeyler karşısında kaygı ve korku yaşar. O şeyi beynin mantık zindanlarına atmadıkça rahat etmez.
Hayat gibi karmaşık ve muhteşem bir şeyin de bir anlamının olması gerektiğine inanır. Çünkü insan gibi “mükemmel” bir canlı anlamsız bir varoluşa sahip olamaz ona göre. Aynı zamanda her şeyde anlam arama çabası insanoğlunun yaşamının temel örgüsünü oluşturmuş. Bu sayede inançları, davranışları, hayata bakışı, diğerleriyle ilişkileri oluşmuş ve gelişmiş.
Anlamlandırma çabası içerisine girilen şeyler daha ziyade iki ayrılır: Bilinmeyenler (Bunlar araştırmalarla bulunabilir.), bilinemeyenler (Bunları ispatlamak mümkün değildir, ya kabul ya red edilirler.) Bilinmeyenler bir zamanlar bilinemeyenler statüsündeydi fakat bilimsel ve teknolojik gelişmeler bu bilinemeyenleri bilinenler konumuna getirdi.
İlk çağlarda insanlar gökyüzüne baktıklarında gece veya gündüz gördüklerinden başka bir şeyin olup olmadığını bilmiyor, hatta bilinemez olarak kabul ediyorlardı. Fakat günümüzde içinde bulunduğumuz evrenin dışında bile evrenler olabileceğini bilimsel verilerle öngörebiliyoruz.
Buna rağmen bazı şeyler var ki, binlerce hatta milyonlarca yıl geçse de varlıkları veya yoklukları ispatlanamayacak. Bunlar Tanrı, melek, şeytan gibi varlıklardır. Bunların varlıkları sizin onlara inanıp inanmamanıza bağlı olacak. Çünkü varlıkları için sunduğunuz her delil yoklukları için de bir delil olacak.Günümüzdeki çoğu bilim adamı ve dini önder burada hataya düşüyor.
Hep bilinemeyeni önce bilinmeyen sonrasında ise cevaplanan haline getirdiğinde, bilim adamlarının bilinemeyenlere karşı bakışı (inancı) değişti ve artık ispatlanamayan hiçbir şeyin olamayacağına kanaat getirdi. Dini önderler ise bilinemeyenlerin ısrarla bilinmeyen olduğunu ve varlığının (yokluğu söz konusu değil) ispatlanabileceğini iddia ettiler. Bu durumda ikisi de çelişkiye düştü ve değirmende su dövmeye başladı.
Bilinemeyenler hiçbir zaman ispatlanamaz veya yoklanamazlar. Bilinemeyenler insanın mantığından çok duygularına hitap eder ve duygusal ikna yoluyla kabul veya reddedilirler. Hayatın anlam arayışının, bilinen veya bilinemeyenlerden hangisinin alanına girdiğini araştıranların fikirleri bir yana, ben iki alana da girdiği kanaatindeyim. Çünkü her bilinmeyen bir bilinemeyenin kapısına götürecek bizleri. Pandora’nın kutusu misali her açtığımız kutu bir diğer kilitli kutuyu çıkaracak içinden. Fakat bu tersine bir şekilde oluyor. Yani her açtığımız kutu onu kapsayan daha büyük bir kutuya açılıyor. Bu süreçte insanı ayakta tutan iki şey var, biri merak diğeri de anlam çabası. Umarım ikisi de hiç sönmez.