Gece bitene kadar sürer karanlık. Cadıların iyi demek kötü demek, kötü demek iyi demek, dedikleri şey ne demek? Böyle sürer gider. Nöbetçilerin niçin görevini ihlal ettiğini şimdilik kimse bilmiyor. Aramızda kalan bir sır gibi. Oradayız, şehrin kıyısında bağırıyoruz. Sesimizi duyan var, cevap veren yok. Şehre doğru bir yabancı giriyor ve kimsenin umurunda değil. Başka dertleri var belli ki insanların. Şehrin ahalisi ilk defa görüyor onu. Onlar ilk defa görüyor onu. Bu da ikinci bir sır olsun aramızda. Şehrin kendine has bir silüeti olduğu gerçeğini bir köşeye koyup yolları öyle arşınlıyor. Vakit daralmakta ve yıldızlar çok uzakta. Kaldırımları, sokakları, duvarları, çocukları, şehrin mimarisi çapaklarını alıyor karanlığın. Başka şeyler olmalı buralarda. Taşların yüzü ters dönmüş durumda. Asker postalları kol gezinmekte. Yarı-yasak nöbetlere dar sokaklarında rastlaşıyoruz şehrin. Birbirlerinden pek hoşlanmadıklarını belli etmemeye çalışıyorlar. Sığınacak bir yer veya bir insan olmalı. Atlara binip gitmedilerse, buralarda gömülüdürler. Telefon çekmiyor bulunduğum yerde. Annem ulaşmıyordur aradığı yerde. Her cumartesi annem aynı saatte muhakkak arar, ama ulaşamaz maalesef. İstesem de açamıyorum, çünkü ulaşamıyor bana. Bir çaresi var, o da telefonu açmalıyım. Açtığımda annem arayacak mı işte orası de derin bir mevzu.
Artık yanında… Mervan. Liseli bir cengaver. Şehri dolaşıyorlar. Daha doğrusu dolaştırıyor. Ulu Cami’in avlusundan geçerek kendilerine bir yol çiziyorlar. İçinden de geçebilirler. İçinden çıkan insanlar, insanların arasından geçen başka insanlar ve gene onlar. Müezzinin sesi. Ulu Cami’den geçerken önlerine çıkan bir tabela var. Onu okumadan geçmek istemiyorlar. Meraklılar nihayetinde. Bilmek istiyor ve yürüyorlar.
Orada bir köy var uzakta.
Diyarbakır. Şehir. Amed. La la la lay. Gürültü. Dışında bir yerde surların. Şehir, İÖ. 885’te Asurlular’a haraç vermek zorunda kaldı. İÖ. 852’de Asurlular’a doğrudan bağlandı. Daha sonra sırasıyla İskitler, Medler, Persler, Yunanlılar, Parthlar, Romalılar, şehre egemen oldular. Gitmesek de kalmasak da… İmparator, II. Constantinus, önemsiz bir yerleşme durumundaki Amida’yı büyüttü ve surlarla çevirdi. Buna rağmen Sasaniler’in kente zapt etmesine mani olamadılar. Julius’un aldığı şehir, daha sonra tekrar Sasaniler ele geçirdi. Orada bir köy var uzakta. Gitmek aklımıza gelmiyor. 363’te. VI. yy.’da şehir Persler ile Doğu Roma arasında iki defa el değiştirdi. Şehir, İslam fetihleri sırasında Araplarca ele geçirilinceye kadar Doğu Romalılarda kaldı. Güm. Güm. Güm. Diyarbakır’daki tarihi yapılar, Artuklu, Selçuklu ve Osmanlı dönemi mimarisi kimin umurunda. Hakikat bu yönde. Osmanlı, Akkoyunlu mimarisinin etkileşime geçtiği bir kenttir aynı zamanda. Timurlenk buradan geçerken ne düşünmüştür acaba? Timurlenk geçmiş midir acep? Tüm bunların ötesinde, Diyarbakır’ın en önemli anıtı Diyarbakır surlarıdır. Bunu söylemek bir dile bu kadar mı yakışır. Kürtçe konuşan çocuklar makinenin merceğine yakınlar artık. La la la la lay. Anadolu’daki en meşhur surların üzerinde bir yerde. Kuzey yamaçları ve bahçeler. Başları göğe ermiyor olsa da böyle. İç kale ve dış kale olmak üzere ikiye ayrılır. Kalenin surlarına çıktığınızda Hevsel bahçeleri’nin canlılığı gözlerinizdeki ışık yeşille nasıl da ahenk içinde. Bereketli topraklara karşı ince belli bardaklar. Çay ve kahveden sonra yeniden kök salıyormuşçasına mağrur bakıyorlar göğe. Nazariyat ne ince bir tarifatmış oysa. Gitmesek de kalmasak da. Tarihle doğanın alegorik bir temaşasını izliyorlar bir bakıma. Eve dön. Kendine dön. Eve dönmek kendine sarkıntılık etmekten başka nedir, diye şairin betimlediği gibi oradalar ve yürümekle meşk ediyorlar. Ne büyük Jül Sezar, ne büyük Britanya. Ne varsa Büyük Larousse, C. 7, s.3246. Bakınca kuş bakışıyla şu söylenen tarihi malumat pek de yabana atılacak gibi gelmiyor. O köy bizim köyümüzdür. Gene de ansiklopedik bilginin sıradanlığı kimseyi tatmin etmiyor. Hangi çağın yolcusuyuz be breh!.. Nihayetinde sözlü geleneğinin mücahitleri olan dengbejlerin topraklarından bahsediyoruz. Biz de oraların suyunu içimizde mayaladığımıza göre, söylediklerimizin haklılık payı da çıkmış oluyor.
La la la lay.
Şehre girer girmez bir şeyler kımıldıyor. Ağaçlar titrek rüzgara karşı. Rastgele bir yere uğramak gerek ama zaman daralıyor. Simitçi, adres tarif ediyor. Ciğerci Remzi’ye doğru hareket etmekle kalmıyor, etrafa bakıyorlar. Gökyüzünü boyayan çocuklar görünmüyor. Güneş tepede. Ciğer de ciğermiş hani. Soğan, acı biber, acılı ezme, domates, patlıcan içi bırakıyor masaya. Rastgele, otobüse binen yolcular gibi dağınık. Etrafta tanımadıkları onca insan. Aynı masalar ve simalar. Eşkalleri tanınmakta ve bu da sır. Çarmıha gerilen Hz. İsa’ya üzgün bakan insanlar gibi bakıyorlar onlara. Acı çekiyor ama kimin için? Bir kurtarıcı olacak mı acaba? Garson masayı toparlıyor. Masada durduğu gibi durmuyor hiçbir şey. Gittikçe azalıyor. Orada bir köy var uzakta. Tarihi surlar. Surlar ki, unesco tarafından koruma altına alınan nadide bir eser. Böyle bilinsin. Tarihin en uzun surlarına sahip olması yetmiyormuş gibi şehri de itinayla sarmış vaziyette bekliyor. Surların aşağısında Hevsel bahçeleri. Babil bahçesini hiç mi hiç aratmıyor. Gitmesek de kalmasak da… Çölde bir vaha değil, şehrin yamacında nazlı bir cennet sanki. Pencereye yakınlaşıyorum. Gökyüzü elimin altında. Aramızda buğulu bir cam. Dokunursam uyanır mı gözlerim? Karanlığın dibinde bir ora. Ancak gidersek bizim olur, ama önce bir gidelim. Yaşamak sonra gelir. Ölüm daha sonra.