Geceye karışarak ağzımıza geleni söylemeliyiz. Böyle fütursuzca, kimsenin bizi umursamadığı anlarda. Şöylemesine rastgele yani. Hele ki geceye rahatsız edici bir ses değiyorsa. Gece o zaman gece, karanlık o zaman karanlık. Bu yazıyı da o sesi dinleyerek yazıyorum. Dolar yüroyla kafa kafaya vermiş alay edercesine sırıtıyor. Bankalar ağır nakit telaşındalar. Hiç olmadığı kadar aşırı bağımlı bir vaziyette takip ediyoruz ekonomi sayfalarını. Alaylı ekonomist olduk desek yeridir. Şarkı dönmeye devam ediyor. Bozdukça bozuluyoruz birilerine. Sinirler tavanı bile geçmiş durumda. Gözlerimizi beyaz saraydan aksaraya çevirmiş müjdeli bir haber bekliyoruz. Ama şu var ki; papaz her gün pilav yemez. Geceye karışıp karanlık sözler yazmak için de olsa ben devam ediyorum. Gece de biter elbet. Şarkı da. Hatta bu yazı da. Gel gelelim kelimeler ve karanlık ilelebet devam eder. Hatırlamak ve hatırlatmak da bunlara dahildir. Bir ırmakta ve yıkanıyoruz. Kürtçenin derinlerde unutulmuş ya da unutulmaya yüz tutulmuş tarafına denk geliyoruz bu defa. Kelimelerin bazen çok anlam barındırdığı gerçeğini es geçmeyelim. Abartıyorsam doğrudur, bu sözün sözler içinde harikulade bir meşruluğu var. Bir ses geceyi bölmeye devam ediyor. Ayfer Düzdaş’ın kanımızı bıngıldattığı şurup gibi sesinden bahsetmek istiyorum. Size daha başka şeylerden bahsedebilirim aslında, ama üstümdeki karabulutlardan, gündemden ve zehirli sarmaşıklardan bir türlü vakit bulamıyorum. Her tarafımız kan; ama rengi bizi yanılttığından hakikati ya görmeğe yanaşmıyoruz ya da gözlerimiz kanlanıyor. Taş yerinde ağırdır, bildiğimiz gerçek bu. Kan içmeye o kadar hevesliyiz ki, hepimiz vampir olmayı beğenmiyor zombileri referans gösteriyoruz. Dışarı bakınca karanlık görünmeyebilir, ama güneş iflah kesilmez suratını ağaçların dallarına bırakmayı marifet sanıyor. Şarkı kendini yeniliyor. Kan toplanıyor gözlerimizin kalın ferlerine. Suratımızın kızardığı da yok. Kızılın temizliğe düşkünlüğünü bir kez daha anlamış oluyoruz bu vesileyle. Kırmızı en çok kime yakışır derseniz, işte onu geceye sormak gerek? Soracak neyimiz kaldı ki? Fermanın niçin yazıldığı apaçıkken kime yazıldığı gizliliğini koruyor. Diğer bir deyişle üzerine alınan kimse yok sokaklarda..
Peki farkında mısınız siz de, şehir hayatından bıkan lüzumlu insanlarının köy hayatına methiyeler dizerek bize anlatmasının. Onlar ki suda balık ve çokturlar. Hayır toprağın kırmızı yerinden çıkmadıklarını biliyoruz, toprağa döneceklerini de. Peki nedir, hoyratlık mı? Yoksa geçmişin (hep dünler) çarıklarını tükürük bezleriyle terbiye eden İngiliz Lordları mı? Fransız mösyöleri mi? Meşhur bir cevabı vardır bu soruların. Hiç şüphe etmeye gerek yok, nasılsa adalete sırtını dönmeyen kırmızı cübbelilerdir. Onların da kimler olduğunu söylememize ne hacet. Bir rivayete göre en sevdiğimiz renk de kırmızıdır. Yukarıda ağzımızdan firar eden kan, özü itibarıyla itiraf etmişti olanları. Kan bıngıldıyor diye boşuna sarf etmemişti şair. Şarkı çalmaya devam ediyor.
Gene de asıl söylemek istediklerim bunlar değildi. Aslında sinirlerim, bağımsızlığını kazanınca benden bağımsız davranmayı marifet sanıyor. Hal böyle olunca da dilime değen tüylerin bitmesini bekliyor ağzım. Kendimiz iyiyiz de, memleketin hali keyfi yerinde mi? Bu da değildi asıl mesele. Nâzım Hikmet, vatan hainliğine devam mı ediyor. Hâlâ. Şöyle büyük puntolarla çıksa bir gazetede, mutlu olabilmemiz kaçınılmaz olur. Gazeteleri toplasak en baştan. Duvarları sevdiğimiz meşru kelimelerle doldursak. Deniz çok uzakta diyecek halimiz de bezdi kendinden. Yaz gelince ne bir kelime hakkıyla içini döküyor bize ne de içini döken kelime arıyor birileri. Kapının ardında güzü bekliyoruz. Bizim bir sınırımız var tabi. Başa sarıyorum şarkıları en olmadık yerde. Herkesin uykuya daldığı bir anda. Saçlarımı biraz daha uzatmalıyım belki de. Ev taşımanın düşüncesi çok yoruyor. Gözlerim kapanıyor. Saatlerin enstitü kurduğu zamanı çoktan geçmişiz farkında değiliz. Eteklerin tutuştuğu o kimseler burada artık. Gözlerimiz kapanıyor. Biraz daha sağdan akarsak, yolumuza bakabiliriz. Otobüs kalkıyor, kimse kalmasın dışarıda. Şarkıyı çeviriyorum bir kez daha: ‘’Lo wer meke’’.